Edebi Akımlar Nedir

Edebi Akımlar Nedir ? Edebi Akımlar Ne demek ?

1-)belirli bir çağda, ortak bir estetik, düşünce ve sanat gayesi etrafında toplanan yazar ve şairlerin üslup, duygu ve fikir bakımlarından birbirlerine benzeyen eserler vermeleriyle ortaya çıkan edebi anlayışlar. Edebiyat mektepleri, edebi cereyanlar, edebi ekoller veya edebi meslekler adıyla da anılırlar.

Bir edebi akım, çok defa biraz yeni çeşni getirmek ve değişiklik ihtiyaç ve arzusundan doğar.Sonradan gelen nesillerin duygu, düşünce ve isteklerinin değiştiği tezi, üslup ve estetikteki bu değişikliklere sebep olarak gösterilir.Ayrıca bir zaman bölümünde hayranlık uyandıran eserlerin daha sonraları beğenilmemesi veya bıkkınlık vermesinin yanısıra yeni yetişen sanatkarların taklitten kaçınmak ve yeni ufuklar aramak gayretleri de edebi akımların ortaya çıkışında mühim rol oynar.

Böylece iyice köklenmiş bir edebiyat ve sanat anlayışını yıkacak görüşler ve kendi ideallerine uygun eserlerle ortaya çıkan edebiyatçılar yeni bir çığır açarlar. Bunların başında çok defa birkaç üstün sanatkar bulunur. Diğerleri bunların açtığı çığırda yürüyerek bir edebiyat kuşağı meydana getirirler. Edebi akımların hemen hepsi birbirlerine bir etki-tepki zinciri içinde doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu arada toplumdaki siyasi ve sosyal değişmeler, ilmi inkişaflar, felsefik düşünce ve görüşler, resim, mimari, musiki gibi sanat dallarındaki ilerlemeler ve yenilikler de edebi akımların doğmasına sebep olmuşlardır. Dünyada edebi akımların tam manasıyla 17. yüzyılda Avrupa’da ve bilhassa Faransa’da doğduğu ve geliştiği kabul edilir. Edebi akımlar arasında; Hümanizm (Ümanizm), Klasizm (Klasisizm) Romantizm, Realizm,Natüralizm,Parnasizm,Sembolizm,Sürrealizm,Ekzistensializm kendilerini kabul ettirip en çok bilinenleridir.

Hümanizm: Felsefe lisanında ve günlük konuşma dilinde “insancıllık” olarak kullanılır. Edebi akım olarak ise edebiyatta rönesans (yeniden doğuş) manasını almıştır. Bu akım 14. yüzyıl ile 16. yüzyıl sonları arasında Avrupa’da eski Yunan ve Latin edebiyatlarını yeni bir sevgi ile ihya etmek gayesiyle benimsenmiştir. Daha 14. yüzyılda İtalya’da doğmaya başlamıştır. Bu asırlarda yaşayan bazı ilim ve edebiyat adamlarının kilise ve devlet baskılarına karşı hür düşünce arzusu ve klasik Yunan-Latin eserlerine hayranlık duymaları bu akımın başlıca doğuş sebebidir.Hümanist akım temsilcileri samimi bir şekilde Grek-Latin kültür ve edebiyatlarına yönelerek onlardaki zevk anlayışı, üslup ve estetik yönleri aynen benimsemişlerdir. Bunda papazlar elinde bozulmuş olan Hıristiyanlığın ve kilisenin tesiri çoktur. O kadar ki; bu akımın temsilcilerinin asıl maksatlarının, “Hıristiyan ruhunu, Hıristiyanca düşünüş ve davranışları ortadan kaldırmak.” olduğu söylenmiştir.

Hümanist akım düşünce ve sanatta eski Yunan filozofları ve edebiyatçılarına yönelerek çok tanrılı devir (paganizm) hayranlığını esas aldı. Eski Yunan eserleri taklid edildi. Yunan mitolojisi edebi eserlere konu yapıldı. Şekil ve üslub üzerinde ciddiyetle duruldu. Bu kaygı hümanist akımın belli başlı özelliklerindendir.

HümanizmAvrupa’yı ilgilendiren ve Avrupalı olmak iddiasındaki bir akımdır. Bu akımın temsilcileri ortaçağ Avrupası’ndaki kilise ve feodalite hakimiyetine dayanan ve pekçok saçma, zalim, ilerlemeye mani değer hükümleriyle dolu cemiyet hayatını yıkmak, karanlığı delmek, aydınlığa çıkmak iddiasında oldular. Fakat daha iptidai bir hayat tarzı ve dünya görüşü üstüne kurulu olaneski Yunan ve Latin’in çok tanrılı (putperest) inancının yaşandığı Grek ve Latin kültürüne sarıldılar.

Bu akımın en önde gelen temsilcileri arasında İtalyanlardan Dante (1265-1321), Petrarca (1304-1371 ve Boccocio (1313-1373); Fransızlardan da Rabelais (1490-1553), Montaigne (1553-1592) ve Ronsard (1524-1585) sayılır.

Hümanist akım klasisizme kadar sürmüştür. (Bkz. Hümanizm)

Klasisizm: Hümanizmin daha şuurlu ve kaidelere sıkı sıkıya bağlı bir devamı olarak kabul edilir.On yedinci yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da gelişerek 17 ve 18. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Klas, “sınıf” anlamına geldiği için, mekteple ilgili şeyler de bu sözle nitelenmiştir ve muhakkak kalburüstü, belirli yüksek bir sınıf bu kelime ile söylenmiştir.

Klasizm; sanatta mükemmeli, geneli ve kalıcıyı hedef alan bir akımdır. Bu akımın temsilcileri yazarlığın zor bir meslek olduğuna, şaheserin yorucu ve sürekli bir çalışma ile meydana gelebileceğine, sanatta mutlaka uyulması gereken kaideler bulunduğuna inanmışlar ve yüksek bir ahlak anlayışına dayanmayan sanatın boş ve zararlı olduğunu kabul etmişlerdir. Bir eser için klasik olmakta en mühim şey, şekil ve muhteva arasındaki güzelliği sağlayan dengedir. Bu durumda klasik edebiyat milletlerin yükselme devri edebiyatıdır.

Klasizmde karakterler değil, tipler esas alındı. Sanatkarlar, insanın dış portresine önem vermemişler, herkeste var olabilecek olan değişmez ve gerçek davranışları bir tip haline getirmişlerdir. Kahramanları, ideal insanlardan ve onların ideal durum ve davranışlarından seçilmiş bu akım, akıl ve mantığı diğer unsurların üstünde tutmuştur.Acayip, gülünç ve kaba nesne ve olaylara eserlerinde yer vermeyerek üstün ve mükemmel olana yöneldiler.

Kıyafet, çevre, yerli hayat, tarih, töre ve adet gibi kavramları hiçe saydıkları için millilikten uzak, beşeri olmaya dönük bir edebiyat kurdular. Bu bakımdan insanların ferdi özelliklerinden ziyade, bütün insanlardaki ortak konular üzerinde durdular. Bol ayrıntılara dayanan dış hayat, günlük yaşayış ve yerli insan bir tarafa bırakılınca, insanların iç hayatı ve ruh dünyası tüme varmak, genele ulaşmak gayretiyle bilhassa incelenerek bir tahlil edebiyatı yapıldı.

Klasisizmin bu anlayışı, kullanılan dilin de ince ve süzme bir dil olmasını sağladı. Kullanılan kelimelerde kabalık ve bayağılıktan kaçılarak açık ve sade bir lisana ulaşıldı.

Klasisizm akımı, en büyük hamleyi tiyatro eserlerinde yaptı. Bu edebi akıma bağlı olarak yazılan trajedi ve komediler çok çabuk tutundu ve yayıldı. Tiyatronun yanısıra bu akım içinde fabl, deneme, roman, hitabet, mektup gibi türlerde de ünlü eserler verildi.

Klasik edebiyat mutlak surette rönesanstan doğmuştur. Estetiğini eski Yunan şaheserlerinden alan bu edebiyat ortaçağ skolastik zihniyetine karşıdır. Bu edebiyat lirik değildir. Bu mesleğin en mükemmel ve üstün özellikleri Fransız edebiyatında görülmüştür. Bu sebeple bu akımın önde gelen temsilcileri arasında Corneille, Racine (trajedi, tiyatro), Moliere (komedi tiyatro) La Fontaine (fabl), Pascal (deneme), La Bruyere (roman), Madame de La Fayette (hitabet) ile Madame de Sevigne’yi (mektup) saymak gerekir.

Klasisizm, Türk edebiyatında bir akım olarak benimsenmemiştir. Ancak, Şinasi gibi bazı Tanzimat yazar ve şairlerinde tesirleri görülmüştür.

Romantizm: Bu akım, iki yüzyıl boyunca tesirli olan klasizme tepki olarak ortaya çıktı. Romantizmin temsilcileri, klasisizmi, sanatçıları dar sınırlar içine hapsederek düşünce ufkunu daraltıcı, buluş gücünü frenleyici olmakla suçlayarak onun bütün kanun ve düsturlarını hiçe saydılar. Aksine, bütün duygu, düşünce, seziş, davranış ve arzulara açılma yolunu tuttular.Kişilik ve sanatkar hürriyeti, her şeyin üstünde tutuldu. Bu bakımdan, sanatkarları arasında çok büyük farklar olduğundan bu akım belli başlı prensiplerle izah edilemez.Ortak özellik, klasik kaidelere toptan karşı çıkmaktır.

Romantizmin doğuşu ve 1815’ten sonra bütün Avrupa’yı kaplayarak hızla yayılmasında devrin siyasi ve sosyal hadiselerinin büyük tesiri olmuştur. 1789 Fransız İhtilali, Avrupa krallık idareleriyle birlikte “efendi-köle” esasına dayalı sosyal hayatı da değiştirdi. Hürriyet, eşitlik, adalet, kardeşlik fikirleri yayıldığı her yerde ihtilaller ve isyanlar doğurdu. Sosyal patlama ve çalkantılar, herkeste bir öç alma duygusu uyandırdı. Bir taraftan halk yüceltilirken, diğer yönden fertlerin sınırsız hürriyeti konu edildi.Montesqieu, Voltaire, Jean Jacques Rousseau gibi filozofların öncülüğünde başlıyan bu felsefik akım, yalnız toplum kurallarını değil, edebiyat kurallarını da yıktı ve günümüzde de fert ve cemiyet hayatında çeşitli örnekleri görülen kuralsızlık ve disiplinsizlik çığırını açmış oldu.

Romantizm; klasisizme bir tepki akımı olduğu için edebi hususiyetleri de klasisizmin hususiyetleriyle taban tabana zıttır. Bu hususiyetler kısaca şöyle karşılaştırılabilir:

Klasikler; akıl ve mantığı baştacı etmişken, romantikler duygu, sevgi ve ilhamlara yönelmişlerdir.Romantik şiir, ölçü, nizam ve açıklık demek değildir.Coşkunluk ve içtenliktir. Şair, hiçbir sınır tanımadan, usul ve kaidelere bağlanmadan içinden geldiği gibi yazmalıdır.Zamanı, tabiatı ve kendini aşmaya çalışmalıdır.Gerekirse şuur altı istek ve duyuşları da ifade etmelidir.

Klasikler; ihtirasları yasaklamış, zaafları ayıplamış, iradeyi yüceltmişken; Romantikler samimiyeti tercih etmiş, sanatçının ihtiraslarının sonsuz olmasını istemişlerdir.Romantiklere göre; büyük eserler, ancak böyle doğar.

Klasikler; tabiatı taklit etmek gerektiğini söylemişlerdir.Romantikler ise tasvir etme yolunu tutmuşlardır. Romantiklere göre, yalnız görüneni değil, görünmeyeni de tasvir etmek şarttır. Sanat taklit değil, bir meydana getirme işidir.Hayal gücü nesnelerin ruhunu kavramaya yarar.Sanatkar, bu gücü ile dış alemi kadar, iç alemi de konu edinmelidir. Romantiklere göre gerçek; mutlak değişmez bir şey değil, sanatçının bakış tarzına ve ilhamına göre başkalaşan bir şeydir.

Klasikler; yalnız seçkin insanı yaşatır ve konu edinirken, romantikler bilhassa acaip, gülünç, kaba, çirkin ve kuraldışı insan ve nesnelere büyük yer verdiler. Bu sakat ve anormal, vahşi, hastalıklı, düşkün veya üstün insanlar romantik eserlerde bol bol yer aldı. Romantik eserlerin kahramanları ya çok iyi veya çok kötü tipler oldu. Ortada olanlara hemen hiç yer verilmedi.

Klasikler; her zamanda ve her ülkede yaşayabilecek ideal insan tipini ele alırken; Romantikler yerli ve milli kişileri anlattılar. Böylece genel karakterler değil, özelliği olan kişiler üzerinde durdular. Bu kişiler, ihtiras ve didişme içinde ömür sürerler. Romantikler böylece klasiklerin eski Yunan cemiyetinden ilhamla canlandırdıkları ideal insan tipine şiddetle karşı çıkarken “beşeri tip”in olamayacağını söylemekle de çok büyük bir yanlışlık yaptılar. Böylece zamanı, tabiatı ve hatta kendilerini aşma iddiaları ile tenakuza düştüler.

Klasikler; beşeri olabilmek kaygısıyle ve Grek ve Latin tarihlerine, o çağların destan ve mitologyalarına, çok tanrılı ve putperest devri kültürüne ve sanat eserlerine bağlı ve hayran kalırken, Romantikler mensub oldukları milletin efsane, destan, folklor verimlerine sarıldılar.Hıristiyanlığı halkın benimsediği şekliyle kabullenerek metafizik duygu ve düşüncelere eserlerinde yer verdiler.Romantiklerin asıl gücü şiirde görülmüştür. Bu akımın belli başlı sanatkarları arasında şiir, roman ve dramları ile Victor Hugo (1802-1885), lirik şiir ve romanda Alfred de Musset (1810-1857), kır hayatı romanları ile George Sand (1804-1876), felsefik şiirleri ile Alfred de Vigny (1797-1863) ve tarihi macera romanları ile Alexandre Dumas (1804-1870) sayılabilir. Zaten Victor Hugo Cromwell mukaddimesi ile bu ekolün teorisini izah etmiş ve 1827’ye doğru bu zümrenin öncülüğünü yapmıştır.

Romantizm; Türk edebiyatına en fazla etki yapan edebi akım olarak bilinir. 1860’tan sonra Fransız edebiyatını örnek tutan Tanzimat şair ve yazarları, bu akımı, geniş hayallerine, sosyal ve siyasi düşünce ve emellerine uygun bularak olduğu gibi aldılar ve yaşattılar. Başta Namık Kemal ve AhmedMithat olmak üzere,AbdülhakHamit ve Recaizade Ekrem de başka başka yönlerden romantizmi benimsediler. Sonraki yıllarda Halid Ziya, Halide Edib ve Yakub Kadri de realizm tarafdarı olmalarına rağmen bu akımın tesirinde kaldılar.

Realizm: Edebi eserlerde; kaba-zarif, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımı yapmaksızın çevreyi, eşyayı, toplumu ve insanı anlatmayı hedef almış bir akımdır. Dış görünüşün yanı sıra iç aleme de eğilen bu akım taraftarları tabiatı, toplumu ve olayları hiçbir seçime tabi tutmaksızın yazmayı prensip edinmişlerdir.

1850-1880 yılları arasında Fransa’da Romantizme tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu geçişi 1799-1850 yılları arasında yaşayan ve eserlerinin hepsine birden “beşeri komedi” adı verilen Balzac sağlamıştır. Emile Zola ise bu akımın temsilcisi sayıldı. Ayrıca edebiyatta realizmin ortaya çıkmasında 19. yüzyılın ikinci yarısında tecrübi bilgilerin (fen bilgilerinin) hızla gelişmesinin büyük rolü olmuştur. Biyoloji, tıp, fizik, kimya gibi ilimlerin yanısıra sanayileşme buhranları, liberalist ve sosyalist görüşlerin kıyasıya çarpışması, ilmin endüstriye tatbikinden doğan sayısız meseleler edebiyat alanında da yer alarak realist akımı doğurdu. Romantiklerin mana ve ruha verdikleri değere karşılık 1850’de yetişen nesiller; herşeyi madde ve gövdeden ibaret görmeye başladılar. Sanatta fen bilgilerinin metodlarını uygulamaya çalışarak insanları ve olayları laboratuvara sokmaya ve orada gördüklerini yazmaya çalıştılar.

Realizm, bilhassa roman ve hikaye türünde görülen bir akım olmuştur. Bu akımın temsilcileri; tabiatı, insanları, olayları gözlemeye büyük önem vermişler, ele aldıkları konu hakkında çeşitli vesikalar toplamak için gezip görmeye, araştırma yapmaya ve hiçbir detayı unutmamaya dikkat etmişlerdir. Vak’aları gerçek olup, kişileri sahiden yaşamıştır.Ayrıca töre ve adetler, orta halli sıradan kişiler ve mühim olmayan insan zümreleri vazgeçmedikleri hususlardır.His, fikir, yiğitlik, mertlik gibi vasıfların tasvirinde üstüne çıkmazlar.

Realistler, romanlarını vesikaya dayandırmak üstünde titizlikle durmuşlar, bazıları okuyucularından özel hatıra defterlerini veya itiraflarını istemişlerdir.

Eserlerinde insanın yapısını derinden etkilediğine inandıkları çevre tasvirlerine, soy, servet, mevki, aile, vücut yapısı gibi amillere uzun yer vermişlerdir.Konularını hergün görülebilen basit olaylardan seçmişlerdir.Yazar, olayın gidişine müdahale etmez, yön vermeye kalkmaz.Realist bir roman hayatın herhangi bir safhasından başlayıp çok mesut olmayan bir sonla biter.

Realistler, “sanat, sanat içindir.” prensibine sıkı sıkıya sarılmışlar, roman yazarlarının eserlerindeki kişileri beğenmeye, kınamaya, onlara istediği olayları yaşatmaya hakkı olmadığını savunmuşlardır.Herhangi bir ahlak kaygısı gütmezler. Eserlerinde her türlü ahlaksızlığa yer verebilmişlerdir. Realistlerin en fazla değer verdikleri şeylerden biri de dil ve üsluptur.Onlara göre güzel ve doğru fikirler ancak güzel, düzgün ve doğru cümleler içinde sunulabilir. Bir eserde öz ile biçim, beden ile ruh gibidir.Her ikisi mükemmel olmadıkça eser değersizdir. Fikre tam uygun kelimeler seçilmeli ve üslupta yerli yerine oturmalıdır. Bu yönleri yani üslupta mükemmelliğe yer vermeleri bakımından klasiklere benzerler.

Şiir ve tiyatroda tutunamayan realizm roman ve hikaye akımı olarak tanınır.Çağdaş romanın kurucuları arasında sayılan ve önde gelen temsilcileri olarak Honores de Balzac (1779-1850), Stendhal (1783-1842), Gustave Flaubert (1821-1880), Goncurt Kardeşler, Guy de Moupossont ve Alphonse Daudet (1840-1897) isimleri hatırlanabilir.

Türk Edebiyatında tam realist roman ve romancı yoktur.Ancak çeşitli derecelerde Namık Kemal, Ahmed Mithad,Sami Paşazade Sezai, Beşir Fuat, Hüseyin Cahit Yalçın, Halit Ziya, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmed Rasim bu akımın ileri gelen isimleridir. Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi romancılarda ise sosyal realizm adı verilen daha farklı bir realizm anlayışı hakimdir.

Natüralizm: Realist akımın daha köklü bir devamı sayılan bu akım tabiatı ve tabiat bilimlerine tam bağlılığı prensip alır. Bu akımın temsilcileri insanların hayatında da tıpkı tabiat olaylarında olduğu gibi belli sebeplerin aynı şartlar altında belli neticeleri doğuracağı tezinden hareket eder. Bu bakımdan romancının yazacağı kahramanın fizik ve ruh yapısını hazırlayan şartları bir biyoloji alimi gibi incelemesini isterler. Hayatta tesadüfe yer yoktur görüşünü savunurlar.

Natüralistlere göre bir roman kahramanının ilk incelenecek şeyi soyaçekimdir.İnsanın et, kemik ve sinirden ibaret olduğuna inanmışlar, ruh denilen mevcut varlığı reddederek eserlerini tamamen maddi açıdan yazmışlardır. Bu husus, natüralistlerin çıkmaza saplandıkları ve acze düştükleri şeylerin başında gelir. Onlara göre işçinin çocuğu işçi, tüccarın çocuğu tüccar, din adamının çocuğu din adamı ve alkoliğin çocuğu muhakkak alkolik olur.

Natüralistler, sırf maddi varlık saydıkları insanı realistler gibi yalnız gözlemekle kalmayıp ayrıca tecrübeye (deneye) tabi tutarlar.Onların roman şahıslarını böyle adeta deney vasıtası gibi ele almaları çok tepki toplamıştır.

Natüralistler sanat anlayışlarında da realistlerden ayrıldılar. Bunlara göre sanat toplumunun yaralarını, insanın çirkinliklerini deşip ortaya koyacak tesirli bir vasıtadır. Eserlerinde o yılların Fransasında yoğun bir şekilde yaşanan köylerden şehire akım, sermayenin baskısı, nüfus artışı, sefalet, ahlaksızlık, güvensizlik, kiliseye, devlete, adalete isyan havasını karamsar bir tarzda işlemişlerdir. Bu devir romanı üzerinde veraset nazariyesinin temsilcisi olan Dr.Loucan (Luka)’nın mühim bir tesiri vardır.

Roman üslubunda fazla titiz değildirler. Kahramanlarını sosyal durumlarına göre konuştururlar. Küfür ve bayağı sözlere sık yer verirler. İnsanları yiyip içen ve cinsi arzulara boyun eğen, yalnız maddeden müteşekkil sıradan mahluklar olarak görmeleri birçok yanlışlara düşmelerine ve pek fazla tasvib edilmemelerine sebeb olmuştur.Nitekim bu akım, zaman içinde sosyal gerçekçi adı altında sürdürülmüş, fakat yalnız sosyalist fikir cereyanının hakim olduğu çevrelerde rağbet görmüştür.Sosyalizmin sarsmaya ve yıkmaya çalıştığı din, devlet, aile, iffet, haya, ahlak töre gibi müesseseler sosyal gerçekçi grubuna dahil romanlarda çoğu abartmalı ve uydurma olayların perdesi arkasında hücumlara maruz bırakılır.Müctehcenden çekinmeyen natüralist romanlarda bedbinlik hakimdir.

Bu akımın öncüsü Emile Zola’dır ve Theréses Raquin’i bu nazariyeye göre yazmıştır.Orhan Kemal, Kemal Tahir, Samim Kocagöz gibi Türk roman yazarları da bu akımın tesiri altında kalmışlardır.

Parnasizm: “Sanat, sanat içindir.” anlayışına dayanarak plastik güzelliğe önem veren ve dış alemin tasviriyle egzotik şeylere merak sardıran bu edebi akım (1860-1885) yıllarında Fransız şairleri arasında revaç bulmuştur.

Parnasizm yalnız şiir akımıdır.Realistlerin prensiplerine bağlı olmakla beraber hayatta insanı teselli edebilecek tek şeyin güzellik olduğuna inanırlar.Onlara göre; sanat, her zaman değişen felsefi düşünceyi ve buna bağlı ahlak anlayışı ile karışık hususları gevelemekten vazgeçmezse güzelliğe erişemez. “Güzel”, her zaman “faydalı”ya tercih edilmelidir.

Parnasçılar, romantizme karşı ve pozitivizme bağlıdırlar. Yeni ve özel bir klasizme dönmek arzuları, Hıristiyan dinine ve milli duygulara önem vermedikleri için, onları eski putperest çağlara, Yunan ve Latin mitolojisine götürmüştür.Ayrıca Doğu, Hind ve İskandinav kaynaklı efsaneleri de şiirlerine geçirmeye çalıştılar. Parnasçılar, romantizmin içli şiiri yerine saf şiiri öne sürdüler.Romantik lirizmi, coşkunluğu, hisliliği ve kapalı derin duyguları söylemeyi yasaklayarak akla seslenen, açık ve üslubuna çok özenilmiş şiiri savundular.

Parnasizm akımının temsilcilerine göre şiir her şeyden önce biçim güzelliği demektir. Şiirde heyecan ve şatafatlı söyleyişten ziyade ritm ve pitoresk (resme uyumluluk)unsurlarının gözetilmesi gerektiğini belirttiler. Bu bakımdan yazdıkları şiirlerin kelimelerle yapılmış birer tablo gibi olmasına dikkat ettiler. Bunu sağlamak için şiir, vezin ve kafiyeden ibarettir, diyecek kadar ileri görüşler öne sürdüler. Şiirde alliterasyona önem vererek ahengin yerine ritm getirildi ve nazım şekli olarak en çok sone kullanıldı. Dış alem tasvirine, manasına, dil güzelliğine ve kelime seçimine büyük önem verdiler.

1868’de Lemarre adlı bir kitap basıcısı 2 Mart ile 29 Haziran arasında Le Parnas Contemparain adında bir şiir dergisi neşreder. 18 sayısı çıkan bu dergide otuz yedi şairin şiiri yayınlanır. Bu akım, adını bu derginin isminden alır. Leconte de Lisle (1818-1894), François Coppee (1842-1908), Jose-Maria de Heredia (1842-1905), Sully Prudhomme sayılır. Mallarme, Verlaine ve Baudelaire parnasizmin önde gelen temsilcileri olup, şiirlerini bu dergide yayınlamaya başlamışlardır.

Ayrıca Cenap Şehabettin ve Tevfik Fikret de bu akımın yerli temsilcileridir.

Sembolizm: Sadece şiirde görülen bu edebi akım, 1885-1902 yılları arasında Fransa ve Avrupa’da tutunup moda olmuştur. Parnasçılığa karşı çıkan sembolizm ruhumuzla ilgili şeylerin sırlı inceliklerini ifade etmeye çalışır. Sembolizmin ortaya çıkmasında edebiyatta pozitivizmi, ilmi görüşü yansıtmak isteyen realizm, natüralizm, parnasizm gibi akımların bezginlik vermesi, kuruluğu ile can sıkıcı olmasının yanısıra Avrupa’yı sarmaya başlayan maddeden manaya, gövdeden ruha, kalıptan öze akımının da büyük rolü olmuştur.Aklın ve deneyin asla giremeyeceği alanların varlığının pozitivizme ve buna bağlı edebiyata baş kaldıran sanatçıların sayısını giderek arttırması sembolizmin tutunmasını ve yayılmasını kolaylaştırdı.

Sembolizm, şiir konusundaki görüşleri ile az çok romantizme dönüş manzarası gösterir. Fakat o zamana kadar alışılmış ve kökleşmiş bütün şiir tarzlarına baş kaldırmış olması onu romantizmden ayırır.Sembolistler, şiirde insan tabiatında var olan sırlı duyuşlara, çeşitli sezgilere yer vermeyi esas aldılar. Bunu yaparken vezin, kafiye, üslup kayıtlarını arka plana atarak serbest nazım içinde dilbilgisi mantığının ve alışılmış söz diziminin dışına çıkılarak hiç işitilmemiş, bazen manasızlığa kadar varan söz kalıpları kullandılar.

Şiir muhtevasında parnascılara taban tabana zıt bir tutumla şiiri sanki kelimelerle notalanan kendine has bir musiki gibi kabul ettiler. Bunu sağlamak için kelime ve söz arayışları içine girdiler.

Sembolist anlayışta; mecaz, şiirin esas öğesi kabul edildi. Fakat bu mecaz, eski şiirde gözüken ve kolay anlaşılan bir mecaz değildir. Çünkü bunlar, şairin şiirini yazarken birdenbire hatırladığı ve dış görünüş itibariyle asıl konuyla ilgisi olmayan kelimelerdir. Bunların yorumu okuyucuya kalmıştır. Bunun farkında olan bazı sembolistler şiirlerinin okuyucular tarafından kendilerine açıklanmasını isteyerek, sembolik şiirde telkin edilen hayal alemine ve bunun gerçek alemle çağrışımlardan öteye geçmeyen ilgisine dikkat çekmek istemişlerdir.

Onların bu anlayışı, kendilerini masalımsı bir zaman ve çevre anlayışı içinde yepyeni temalar aramaya zorlamıştır. Dış alemde gördüklerini değil, sezdiklerini vermişlerdir. Gerçek manzarayı mümkün olduğu kadar hayal ve sır ile kapamaya çalışmışlardır. Sembolizm, Fransız şiirinin büyük şairlerini yetiştirdiği gibi, dünya şiirine de çok etkili olmuştur. Önde gelen şairleri arasında Baudlaire (1821-1867), Verlaine (1884-1896), Mallarme (1842-1898) ve Rimbaud (1854-1891) vardır.

Türk Edebiyatında Sembolizme yakın bir anlayış tasavvuf şiirlerinin hepsinde vardır. Fakat, en çok 17 ve 18. yüzyıllarda divan şiirini sarmış Naili, Neşati, Şeyh Galib gibi büyük şairlerin başarıyla uyguladıkları Sebk-i Hindi tarzının kendine has bir sembolizm olduğu kanaatı yaygındır.

Fransız sembolizminin TürkEdebiyatındaki tesirleri ise Servet-i Fünunda ve aynı zamanda CenabŞehabeddin’de görülür.Ahmed Haşim bu şiirin bütün kurallarını benimsemiş ve aynen tatbik etmiş önde gelen bir sembolisttir.Ayrıca AhmedHamdi Tanpınar ve Ahmed MuhipDranas da sembolik şairlerdendir.

Sürrealizm (Gerçeküstücülük): İnsandaki iç ben’in yorumunu, akıl, töre, ahlak, estetik ve sanatkar gücünü hiçbir tesir ve denetim olmaksızın vermeye çalışan sanat anlayışıdır.Yirminci yüzyılın başlarından beri türlü adlarla süregelmiş ve devam etmektedir.Gerçeküstücülük, maddeciliğe, ilimciliğe ve akılcılığa tepki halinde doğan ruhçu felsefe akımlarının ve psikoloji buluşlarının edebiyata yansımasıdır. Fruel (Froyol) felsefesinden etkilenen bu akımla maddeye, ilme ve akla verilen aşırı değer sarsılmış, aklın ve maddenin inkarına kadar varan yeni sanat akımları ortaya çıkmıştır.

Gerçeküstücülük, bir eğilim ve anlayış paralelliği olarak empressiyonizm, kübizm, fütürizm ve dadaizm akımlarında da görülür.

Empresyonizm: Dış dünyaya ait gözlemleri, iç alemde meydana gelen ruh hallerine göre yansıtması ve manzaranın sert gerçeğini silik renkler altında gidermesi bakımından gerçeküstü anlayışlara zemin hazırlamış sayılan bir resim ve edebiyat çığrıdır.

Kübizm: 1910 yıllarında resimde ortaya çıkıp şiire geçen bir akımdır. Bu tabirin ressam Matisse tarafından ortaya atıldığı ileri sürülür.

Bu akıma bağlı ressam ve şairler geçici bir zamanı değil, kişilerin ve eşyanın edebi özünü, şuuraltının sırlarını yansıtmak istediler.Nesnelerin tabii düzenini bozarak onları başka başka açılardan göstermek yolunu tuttular.Konuları sırf bir yüzü ile değil, üç buyutu ile derinlemesine ve geometrik biçimler altında çizmek istediler.Mesela bir adamın yalnız görünüşünü, duruşunu değil, aynı zamanda aklından geçenleri, hayallerini, arzularını da çizmek yolunu tutmaları bunlara o kişinin çehresine de diledikleri manayı verme serbestiyetini kazandırdı. Aynı anlayış şiire de uygulanınca bir anda gelen türlü çeşitli duygu, düşünce ve görünüşler aynı şiirde toplanarak kübizm ekolünde edebi eserler verildi. Eserlerin anlaşılmamasını tabii sayarak kendilerinin de anlamadıklarını itiraf eden ve bütün maksatlarının dış gerçek anlayışını sarsmak olduğunu belirten kübizm sanatkarları arasında Salvador Dali, G.Appolinaire,Andre Salmon,Blaise Cendrars,Max Jaboc ve JeanCateau en meşhurlarıdır.

Fütürizm: Kübizmin görüş ve metodlarını benimsiyen bu akım aynı tablo veya şiirde kişinin geçmiş, şimdiki ve gelecek zamana ait bütün duygularını yansıtmaya çalışır. Topluma ve manzaraya alay edici bir gözle bakar. Bu çığırın en meşhur şairi İtalyan Marimetti’dir.

Bizde Nazım Hikmet’in Makinalaşmak manzumesi buna bir örnektir.

Dadaizm: Birinci Dünya Savaşı yıllarında İsviçre’de ortaya çıkmış Fransa ve Amerika’da yankılar bulmuş bir edebiyat akımıdır. Dada ismi, akımın öncülerinin lügate daldırdıkları bir bıçağın “Dada” kelimesine isabet etmesiyle verilmiştir. Bu akım sanatkarları hiçbir akıma ve hiçbir edebiyat kuralına bağlı olmamayı prensip edindiler. Hayat ve olaylarla, insanlarla alay etmeyi hedef tuttular. Bu akımda reybilik (şüphecilik) esastır. Bu akımın en mühim temsilcisi Romanyalı Czara’dır.

1922 yılında sönmeye başlayan Dadacıların önde gelen temsilcileri arasında Paul Fluardı, Francis Picabia, Philipe Soupault gibi isimler vardır. Bütün bunlardan sonra gerçeküstücü akımın 1924’te yayınlanan ilkbildirisinde insanı anlayıp anlatmak için yalnız akıl-zeka, mantık değil, şuuraltı, rüya , hayal gücü ve cinsiyetin de ele alınması ve sanat anlayışının buna dayanması gerektiğini açıkladılar.Sanatçı aklın ve deneylerin sınırladığı dar gerçekten kurtulmadıkça asıl gerçeğe, yani gerçeküstüye (scerreele) ulaşamaz tezini savundular.

Gerçeküstücüler, akıl ve mantığa olduğu kadar töre, adet, gelenek ve ahlaka da zıt gittiler. Ayrıca şiirin kaynaklarını gözle görülen mantıklı alemde değil rüyada, buhranda, cinnette ve uyku halinde aradılar. Sanatçıyı da rüyanın ve şuuraltının verileri olarak tarif ettikleri ilhamı kağıda geçiren bir daktilo makinası gibi gördüler.

Gerçeküstücülerin tablo ve şiirlerinde verdikleri manzara bir esrarkeş ve akıl hastasının gördüklerini anlatması ile çok benzerlik gösterir.Onlar bu hallerini, şuur’u değil, alt şuuru konuşturduklarını iddia ederek açıklamak isterler.

Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk): Edebiyatta 1935’lerden beri görülen bir akımdır. Bu akımın edebiyat ve felsefedeki en ünlü lideri Jean-PaulSartre’dir.

Varoluşçu akım yazarlarındanSartre,Kafka, Camus ve Simone de Beauvoir en çok felsefi roman ve tiyatrolar yazdılar. Bu romanlarda bütün kişilerin müşterek özleri değil, bir kişinin kendine mahsus olan, onun varoluşunu sağladığı kabul edilen nitelikler anlatılır. Bunlara göre müşahhas (somut) gerçek, mücerret (soyut) metodla anlaşılamaz. Bunun için mücerret şeyleri müşahhas belgelerle anlatmaya çalışırlar.Kendilerine göre toplumcu bir edebiyat yaptıklarını öne sürerler.Realizme, gerçeküstücülüğe ve romantizme karşıdırlar.

Toplumculuk iddialarına rağmen bu edebiyat halka hitab eden bir edebiyat değildir. Bu akımın sanatkarları çok dar bir zümreye seslenen, kapalı, koyu felsefi muhtevalı, anlaşılması çok güç ve imkansız eserler vermiştir.


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Sizde içinde Edebi Akımlar kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Edebi Akımlar kelimesi anlamı 70 defa okunmuştur. [237069] Edebi Akımlar kelime anlamı, Edebi Akımlar nedir, Edebi Akımlar ne demek, Edebi Akımlar sözlük anlamı

Paylaş