Ehl-İ Sünnet Nedir

Ehl-İ Sünnet Nedir ? Ehl-İ Sünnet Ne demek ?

1-)

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashabının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilaf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tabi olanlara ehl-i sünnet; onun sahabilerini adil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlaki ve beşeri tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. Islam hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve akide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akideşinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. Insanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemaat diye isimlendirilmiştir (Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisal kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akıbetini görün" (A/u Imran, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fatır, 35/43). Bu ayet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teala'nın kainatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana Islam tefekküründe "adet" kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: Islam toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usulünün esas alınması ve peygamberi usulü ittifakla takip eden sahabi cemaatının yolunun izlenmesidir. Islam toplumunun fikri ve ameli oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teala, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın ayetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmedığınız nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helali Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

Kur'an farzı, vacibi tayın etme, helali, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasulünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasulünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. Işte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nur, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarınıı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, Ibn Mace, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dini bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşünceşiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dini hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helal kılmışsa onu helal bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebu Davud, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

Imran b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekat olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lanet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu ayeti okumuyor musun": "Rasulullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız" (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resul Şakikatu'l-Kur'an, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashaba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "Içinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidayete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, adeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebu Davud, Sünne, 5).

Kur'an-ı Kerim'de de sahabiler hakkında şöyle buyurulur: "Ilk iman eden, en ön safta bulunan muhacırlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedi kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Işte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiin cemaatından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Teala'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhari, Fedailu's-Sahabe, 1). Sahabilerin Allah ve Rasulü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaat"ın, sahabiler ve tabiin cemaatı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tabı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaat ile beraberdir" (Tirmizi, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı naciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaat olduğunu söylemesi, cemaat'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivayette "cemaat" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Ihtilaf gördüğünüz zaman size ‚sevadu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (Ibn Mace. Fiten. 8). Sevadu'l-a'zam: Sırat-ı Müstakım metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (Ibnü'l-Esir, en-Nihaye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaata, sevadu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaat; ilk dönemde, sahabiler; sonraki dönemlerde ise salih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebu Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebu Hamza es-Sekkeri cemaatdır" der (Tirmizi, Fiten, 7). Imam Tirmizi şöyle der: Âlimler, cemaatı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaattir" (Tirmizi, Fiten, 7). Bu anlamıyla, alimler cemaatının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teala ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaatledir. Kim cemaatten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizi, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristani'nin tarifine göre "cemaat, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristani, el-Milel, 1, 47).

Islam tarihinde ilk defa cemaat kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemaa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol açtı. Sahabiler öldürülmüş, hilafet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikadı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki hilafet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyasi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve Islam kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere Islami nassların mütekabıliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahabilerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaatın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); Ibrahim en-Nehai (96/714); Hasanü'l-Basri (110/728) ve Imam-ı Âzam Ebu Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikadı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrının siyasi ve itikadı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zalim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahluka itaat gerekmez" (bk. Buhari, Ahad, I; Müslim, Imare, 39; Ebu Davud, Cihad, 40, 87; Nesai, Bıa, 34;,Ibn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'udi, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basri, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azabını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gaile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu'l-Basri Siyası otoriteyi elinde tutanların zalim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında alimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulu'l-Emre itaat edin" (en-Nisa, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulu'l-Emr'i alimler, fakihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde Islam ümmetinin manevi dinamiğini alimler, Islam hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (Ibn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azim, II, 303). Büyük günah (Kebair) işleyenlerin akibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vasil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahabileri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulat-ı Şia'yı (hulefa-ı raşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahabilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabilerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-Istikame, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaa, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaa isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cema'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandı (ö.373/898)'dir. Terim hicri II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikame" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'at" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cema'a ve'l-asar" şeklinde kullanmıştır. (Ibn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanabile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cema'a" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebul-Leys es-Semerkandi (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islam cemaatının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaattır" (Ebu Davud, Sünne, I; Tirmizi Iman, 18; Ibn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hakim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivayet etmiştir. Hz. Ebu Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebu Davud, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashab-ı kiram ile tabiilerin yapmadığı ve şer'i delilin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akidelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Hariciler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırKadir (Seyyid Œerif Cürcani, et-Ta'rifat, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den naklı meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevi şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkar, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen kati delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kainatın sonradan yaratıldığını kabul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fasid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Mesela: Allah Teala'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celal'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'attan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zaruriyat-ı diniyeden kabul edilen dini katıhükümlerden birinin inkar edilmesi, hilafsız küfürdür. Mesela: Bu alemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismanı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebu Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilafetlerini inkar eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binaen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf heva ve heveslerinden dolayı bir inkar niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zatı üzerinde zaid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabır azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkar eden Mu'tezile taifesi gibi cahil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şahidliklerinin kabul edileceğine dair icma vaki olmuştur. Halbuki bir kafirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkar ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (Ibn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). Itikadı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhı bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadı meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. Ibn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: Itikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklıd etmeksizin her mükellefe inanılması vacipolan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaat mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arilerle Maturidilerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilafın genellikle lafzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadım olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkarı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahluk olduğunu ve Allah'u Teala'nın kulları için kötülüğü irade etmedığının iddia edilmesi gibi (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek caiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklıd etmek uygun değildir (Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: Ilk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilafeti dönemindedir.

Şehristani (549/1154) Islami fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hariciyye, ve Şia olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristani, a.g.e, 1, 15).

Ibn Hazm ise, (ö.457/1065),Islami mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şia ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, batıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiinin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (Ibn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)'ın hilafeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hariciler başlangıçta bir siyasi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şia ise, bir Yahudi olan, Yemenli Ibn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şia'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah Ibn Sebe'nin etkisi inkar edilemez. Ibn Sebe' Yemenli bir yahudidir. Islam'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecusi kültüründen aktardığı sapık görüşleri Islam'a sokmaya çalışmıştır. Velayet, vesayet, ric'at, ilahı hak kavramlarını ilk defa Islam'a sokan bu şahıstır. Şia alimleri de, Ibn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şia ulemasından en-Nevbahti bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicri ikinci yüzyıldan itibaren Islam ülkelerinde yaygın hale gelen siyasi, dini, itikadı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akidesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basri (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akideşinin esaslarını ortaya koyması yönüyle Imam-ı Azam Ebu Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebu Mansur-el-Maturidi (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'ari (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

Islami fırkaların ortaya çıkmasında siyasi ve sosyal şartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şia ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet alimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarıh ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilafların çoğu, lafzidir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i amme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashab ve tabiinin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dini nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tabiinin görüşü bulunmayan bazı itikadı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe aklı yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti amme adı verildi. Eş'ariyye ve Maturidiyye gibi (Izmirli Ismail Hakkı, Yeni Ilmi Kelam, s.97).

Ehl-i Sünnet alimleri; Başta Imam Eş'ari, Imam Maturidi olmak üzere, Imam Gazalı, Fahriddün er-Razı, Sadeddin Taftazani, Seyyid Ali el-Cürcani ve Ibn Teymiye, ehl-i sünnet akidesini aklı ve nakli delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet:

Selefiyye ve Maturidiyye ve Eş'ariyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Mesela Imam Malık: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istiva etti" (el-A'raf, 7/154) ayetinin tefsirinde: "Istiva malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubi, Tefsir, V11,217-218). Imam Maturidi ve Eş'ari'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i amme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşabih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

Maturidiler ile Eş'ariler arasında da bazı lafzi ihtilaflar vardır. Bu ihtilafları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelam Ilmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyasi fıkhı ve itikadı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Mesela; Fıkhi, ameli konularda Sünnilerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikadı konularda Maturidi'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafii ve Malıki olanların çoğu itikatta Eş'ari, Hanbeliler ise genelde Selefidirler.

Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel, Maturidi, Eş'ari, Ebu Bekr el-Bakıllanı, Abdulkadir el-Bağdadi, Imamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Imam Gazzali, Fahreddin er-Razi ve Nasıruddin el-Beyzavi gibi alimler, ehl-i sünnetin önde gelen simalarıdır.

Ibni Teymiyye ile Ibnü'l-Kayyim el-Cevazıyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı alimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassa mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. Islam aleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'ari veya Maturidi diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkadir el-Bağdadi'ye göre, ehli sünnet sekizzümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelam alimleri,

2- Sevri, Evzai, Davud ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat alimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerri Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akideşinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdadı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

Islam dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnilik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslam'ın hayata tatbikidir.

Itikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldır. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "Işte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

Cabir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivayete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "Işte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağlına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu ayeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'am, 6/153) (Ibn Mace, Mukaddime, 2; Darimi, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağla sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

Imam Tahavi, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsızlıkle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. Işte dinimiz, zahiren ve batınen budur. Tefrika görüşlerden, merdud mezheplerden, müşebbihe, mutezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalalete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet alimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahavi, Şerhu akiteti't- Tahaviyye, 586-588).


2-)Resulullah efendimiz, ümmetinin başına gelecekleri bildirirken; "Beni İsrail yetmiş iki kısma ayrıldı. Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız biri kurtulacak, diğerlerinin hepsi Cehennem'e gidecektir." Eshab-ı kiram bunu işitince, "O hangisidir ya Resulallah!" dediler. "Benim ve Eshabımın yolunda olanlardır" buyurdu. İslam alimleri, bu hadis-i şerifte bildirilen tek kurtuluş fırkasının Ehl-i sünnet olduğunu bildirdiler. (Abdülhak-ı Dehlevi, İmam-ı Rabbani)

Ehl-i sünnet olanlar bugün dört mezhebde toplanmış olup, bunlar: Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleridir. (Tahtavi)

Ehl-i beyti (Peygamber efendimizin soyundan gelenleri) sevmek, Ehl-i sünnetin sermayesidir. (Abdülhakim Arvasi)

Ehl-i sünnete uymadan kurtuluş imkansızdır. (İmam-ı Rabbani)


3-)Alm. Der Weg der Sünniten, Fr. la voie d ahl-i Sunnat, İng. The Sunni Path. İslam dininde doğru itikat üzere olanlar. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamın ve Eshabının (aleyhimürrıdvan) yolunda bulunanlar, bildirdikleri itikat üzere inananlar.

Eshab-ı kiramın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olup, onlar gibi inananlara Ehl-i sünnet ve cemaat fırkası veya Fırka-i naciye; bu doğru ve asıl (hakiki) İslamiyet yolundan ayrılanlara da, bid’at fırkaları veya Fırak-ı dalle (dalalet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemaat fırkasında olanlara kısaca Sünni, bid’at fırkalarında olanlara Mübtedi, bid’at sahibi denir. (Bkz. Bid’at Fırkaları)

Allahü teala, Müslümanlardan, Peygamber efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi iman etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek iman bildirmiştir. Eshab-ı kiram’ın hepsi, Resulullah’ın bildirdiği gibi inanmış, itikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefatından sonra insanlar, İslamiyeti Eshab-ı kiramdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı imanı (Ehl-i sünnet itikatını) bildirdiler. Eshab-ı kiram bu iman bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resulullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü tealayı tenzih ve takdis etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşabih (manası açık olmayan) ayetlerin te’viline dalmamak vb. gibi hepsi kemal derecesindeki vasıfları ile imanlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhafaza ettiler.

Eshab-ı kiram, bu saf ve doğru imanı, kendilerinden sonra yaşayan ve Tabiin denilen Müslümanlara öğrettiler. Tabiin, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i Tabiin ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevatür yoluyla doğru olarak geldi.

Resul-i ekrem efendimiz, Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshabının yolundan gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemaat itikatında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Hadis-i şerifte; “İsrailoğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasara (yani Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyruldu.

Eshab-ı kiram, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennem’den kurtulan fırka, Benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.

Hadis-i şerifte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Harici, Rafızi ve Batıni gibi bazıları meşhur olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyasi, felsefi ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdikleri itikat ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkar edilmez vasıflarını muhafaza etmiştir.

Dört büyük halife devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bazı münafıklar ve İslam dininin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telaşa kapılan Yahudi, Hıristiyan ve öteki batıl inançların mensupları; İslamiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vasıtalarla onların itikatlarını (inançlarını) bozmaya, imanlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların itikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bazı kavimlerin İslam dinine, eski inanç ve ibadetlerinden bazı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın itikat ve ibadetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyasi ve şahsi arzuları için, böyle kimselerle işbirliği yapanların faaliyeti neticesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi...

İmam-ı A’zam Ebu Hanife, doğru yolda bulunmak, İslam dinini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshabının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metodlar koyduğu gibi; Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikat, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reisi ve kurucusu kabul edildi. İmam-ı A’zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi El-Fıkh-ul-Ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelam, yani iman bilgileri mütehassısları da yetişti. Bunlardan talebesi İmam-ı Muhammed Şeybani’nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekr-i Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebu Nasr-ı İyad, kelam ilminde Ebu Mansur-ı Matüridi’yi yetiştirdi. Ebu Mansur, İmam-ı A’zam’dan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkant’ta vefat etti.

Ehl-i sünnet itikadını yayan İslam alimlerinden İmam-ı Eş’ari de; İmam-ı Şafii’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imam; Eshab-ı kiram, Tabiin ve Tebe-i Tabiinin bildirdiği itikat, iman bilgilerini açıklamış, kısımlara bölmüş ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’ari ve Matüridi, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemaat’dan dışarı çıkmamışlardır.

Ehl-i sünnetin itikatta iki imamı olan Eş’ari ve Matüridi, hep bu mezhebi yaymışlardır. Hurafelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu itikadı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet aliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hal, mezheplerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.

Ehl-i sünnet alimlerinin kitaplarında yazılı itikada uymayan, bozuk itikatlar, imanlar, gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedi ve sonsuz azaba, yani Cehennem’e götürür. İbadetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir. Fakat itikatta gevşek davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teala, Kur’an-ı kerimde mealen; “Şirki (yani kafiri, inanmayanı, imanı bozuk olanı) asla affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim.” (Nisa suresi: 116) buyurmaktadır.

Ehl-i sünnet itikadındaki Müslümanlar; ibadet, münakehat (evlenme), muamelat (ticaret ve sosyal münasebetler) ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir Müslümanın, Ehl-i sünnet itikadında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli) birinde bulunması lazım geldiği kelam ve akaid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise, ya sapık yollara düşer veya imanını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklid etmekle; Kur’an-ı kerime ve Resulullah’ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imamları, itikatta Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.

İslam alimlerinin meşhurlarından ve evliyanın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrar hazretleri; “Kalbe gelen bütün keşifleri, halleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet itikadı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve halimi harap bilirim. Bütün haraplıkları, felaketleri üzerime yığsalar, lakin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemaat itikadı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.” buyurmuştur.

Ehl-i sünnetin bazı itikat esasları:

Allahü teala kadim olan (başlangıcı olmayan) zatı ile vardır. O’ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbadete hakkı olan da O’dur. O’ndan başka hiçbir şey, ibadet olunmaya layık değildir. Zati sıfatları vardır. Bunlar; Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyyet, Muhalefetün lil havadis, Kıyam binefsihi’dir. Kemal sıfatları vardır. Bu sıfatlar; Hayat, İlim, Semi’, Basar, Kudret, İrade, Kelam ve Tekvin’dir (Bkz. Allahü Teala). Bu sıfatları ezelidir. Yani hep vardır. Allahü tealanın isimleri tevkifidir, yani dinimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.

Kur’an-ı kerim Allah kelamıdır, onun sözüdür. Allahü teala Kur’an-ı kerimi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin manası, Kelam-ı ilahiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’an-ı kerim denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelam-ı ilahi olan Kur’an-ı kerim mahluk değildir. Allahü tealanın öteki sıfatları gibi ezelidir, ebedidir.

Allahü tealayı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihatasız, yani şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teala, dünyada görülemez. Bu dünya ve insanın bu dünyadaki yapısı O’nu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyada görülür diyen yalancıdır. Musa aleyhisselam peygamber olduğu halde bu dünyada göremedi. Peygamberimiz Mirac gecesinde gördüyse de, bu dünyada değildi. Dünyadan çıktı, ahirete karıştı. Cennet’e girdi ve orada gördü.

Allahü teala, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdiri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden razıdır, kötü işlerden razı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire “kesb” denir.

Melekler, Allahü tealanın kıymetli kullarıdır. Allahü tealanın emirlerine isyan etmeleri caiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri ve dişileri ve evlenmeleri yoktur.

Peygamberler aleyhimüsselam Allahü teala tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü tealadan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.

Peygamber efendimizin miracı; uyanık iken, kalp, ruh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.

Kabir azabı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yani ruhların cesetlere girmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyamette sual ve hesap, iyiliklerin ve günahların ahirete mahsus bir teraziyle tartılması, Cehennem üzerinde Sırat Köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Peygamber efendimizin kıyamet alametlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, yanlışlık olamaz.

Müminlere mükafat ve nimet için hazırlanmış olan Cennet, kafirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teala yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar imanı olan ve bu iman ile ahirete göçen Cehennem’de ebedi (sonsuz) kalmayacaktır.

İbadetler imana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kafir olmaz. Mümin ne kadar büyük günah işlerse işlesin bu günahları günah bildiği müddetçe imanı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara olduğu gibi inanmak lazımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imanı giderir ve sonsuz olarak Cehennem’de yanmaya sebeb olur.

Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin üstünlüğü halifelik sıralarına göredir. Eshab-ı kiramın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lazımdır. Hepsi adil ve din ilimlerinde müctehid idiler.

Muhammed aleyhisselamın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.

Matem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadis-i şerifte Peygamberimiz: “İki şey vardır ki, insanı küfre (imanın gitmesine) sürükler. Birisi bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için matem tutmaktır.” buyurdu.

Resulullaha, Eshab-ı kirama, Tabiine ve Evliyaya tevessül ederek, yani onları vesile ederek dua etmek, duanın kabulüne sebeb olur.

Dini deliller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, İcma-i ümmet, Kıyas-ı fukaha. Avamın delili, müctehidin fetvasıdır. Onun vazifesi müctehid imama uymaktır.

Tenasühe, yani ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyaya gelmesine inanmak, dine aykırıdır. Böyle inananın imanı gider.

Kıyamet günü Allahü tealanın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz; “Şefaatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır.” buyurdu.

Peygamberin mucizesi, evliyanın kerameti ve salih mü’minlerin firaseti haktır. Evliyanın kerameti, vefatından sonra da devam eder.

Her bid’at dalalettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimiz ve dört halifesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, itikat ve ibadet olarak yapılmaya başlanan değişiklikler bid’at olup büyük felakettir.

Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.

Özetle; binlerce Ehl-i sünnet aliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı itikat esaslarına uygun iman edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Bu kelime Dini bir Terimidir.

  • Ehl-İ Sünnet dairesi içindeki çeşitli meşreb ve hareketlere muhabbet intisabım ve alâkâm vardır"diyerek hayatta evinden ve kitaplarından başka bir şeyi olmadığını belirtiyor.

Sizde içinde Ehl-İ Sünnet kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Ehl-İ Sünnet kelimesi anlamı 16 defa okunmuştur. [243686] Ehl-İ Sünnet kelime anlamı, Ehl-İ Sünnet nedir, Ehl-İ Sünnet ne demek, Ehl-İ Sünnet sözlük anlamı

Paylaş