Hilye-İ Saadet Nedir

Hilye-İ Saadet Nedir ? Hilye-İ Saadet Ne demek ?

1-)Resulullah efendimizin, görünen bütün uzuvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, hayatının tamamı bütün incelikleri ile çok geniş ve açık olarak İslam alimleri tarafından senetleri, vesikaları ile yazılmıştır. Bu bilgiler bizzat Peygamberimizin kendi beyanları olan hadis-i şeriflerden ve Eshabının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunlara siyer kitapları denir. Binlerce siyer kitabından ilk olarak yazılan İbn-i İshak'ın Siret-i Resulullah kitabı olup, bunu İbn-i Hişam Humeyri aynı isim altında genişletmiş ve Alman müsteşriklerinden Wustenfeld yeniden basmıştır.

Allahü teala, bütün peygamberlerine vermiş olduğu mucizelerin hepsini Muhammed aleyhisselama da vermiştir. Arapça El-Mevahib-i Ledünniyye ve Farsça Medarücün-Nübüvve kitaplarında ve Mevahib'den kısaltılmış olan El-Envar-ul-Muhammediyye kitabında ve Arapça Huccetüllahi alel-Âlemin fi Mu'cizat-i Seyyid-il Mürselin kitabında bunların çoğu yazılıdır. İslam şairlerinden Abdülbaki, İmam-ı Kastalani'nin Mevahib kitabını Türkçeye tercüme etmiştir. Bu eser iki cilttir. Peygamberimizin hadis-i şeriflerini toplayarak, O'nun hilye ve şemailini bildiren bir eser meydana getiren İmam-ı Tirmizi'nin Eş-Şemailün-Nebeviyye kitabı ile, Kadı Iyaz'ın Kitabüş-Şifa kitabı da meşhurdur. Hadis-i şerifler ve Eshabının bildirdiği haberler, Resulullah efendimizin hilye-i saadetlerini şöyle bildirmektedir:

Peygamberimizin yüzü, bütün uzuvları ve sesi, bütün insanların yüzlerinden, azalarından ve seslerinden daha güzeldi. Mübarek yüzü bir miktar yuvarlaktı. Neşeli olduğu zamanda yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği, alnından belli olurdu. Gündüz nasıl görüyorsa gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi arkasında olanları da görürdü. Bunları isbat eden yüzlerce olay kitaplarda yazılıdr. Gözde görmek yaratan Allahü teala, diğer uzuvda dahi yaratmaya kadirdir. Yana ve geriye bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp bakardı. Mübarek gözleri büyük, kirpikleri uzundu. Gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı. Gözlerinin karası gayet siyahtı. Alnı açıktı. Mübarek kaşları ince ve arası açıktı. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübarek burnu gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekti. Başının büyüklüğü gayet normaldi. Mübarek ağzı küçük değildi. Dişleri beyazdı, ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman, sanki dişleri arasından nur çıkardı. Allahü tealanın kulları arasında, ondan daha fasih ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübarek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve ruhları kendine çekerdi. Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeleri sayılmak mümkündü. Bazan iyi anlaşılması için üç kere tekrar ederdi. Cennet'te Muhammed aleyhisselam gibi konuşulacaktır. Mübarek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. Peygamberimizin mübarek kolları etli, parmakları iriydi. Avuçlarının içi genişti. Bütün vücudunun kokusu miskten güzeldi. Bedeni hem yumuşak, hem de kuvvetliydi. Kolları, ayakları ve parmakları uzundu. Ayak parmakları iriydi, ayaklarının altı çok yüksek olmayıp yumuşaktı. Mübarek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraberdi. Omuz başının kemikleri iriydi. Göğsü genişti.

Resulullah efendimiz çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.

Mübarek saçları ve sakallarının kılı kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüleydi. Saçları uzundu. Önceleri kakül bırakırdı. Sonradan ikiye ayırır oldu. Saçlarını bazan uzatır, bazan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, kaşları kadardı. Hususi berberleri vardı. Sakalını bir tutam uzatırdı.

Peygamberimiz, kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel ve sevimliydi. Siyah değildi. O, Araptı. Arap, lügatta güzel demektir. Arabistanlı olduğu için Arap denilmektedir. Nitekim babası Abdullah'ın güzelliği Mısır'a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nurdan dolayı iki yüze yakın kız evlenmek için Mekke'ye gelmişti. Fakat onunla evlenmek Âmine'ye nasib olmuştu.

Mısır halkı esmer, Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara Habeş denir. Zengibar halkına Zenci denir. Bunlar da siyahtır. Bunlar kendilerini Anadolu'da Arap diye tanıttıkları için, Araplara siyah denmektedir. Bu ise yanlıştır. Asıl Araplar beyaz, buğday tenlidirler.

Halleri ve yaşayışı: Peygamber efendimiz güler yüzlüydü. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübarek dişleri görünürdü. Güldüğü zaman, dişleri arasından çıkan nuru, duvarlar üzerine ışık verirdi. Ağlaması da gülmesi gibi hafifti. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı. Fakat mübarek gözlerinden yaş akar, göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı. Allahü tealanın korkusundan ve Kur'an-ı kerimi işitince ve bazan da namaz kılarken ağlardı.

Resulullah efendimiz, misvağını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübarek saçını ve sakalını tararken aynaya bakardı. Geceleri gözlerine sürme çekerdi.

Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu. Çünkü O'nun mübarek teri, miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu.

Güzel huyları: Güzel huyların hepsi Resulullah'ta toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teala tarafından verilmiş olup, çalışarak sonradan kazanmış değildi. Bir Müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla mübarek eli ile kimseyi döğmemiştir. Kendi için hiçbir şeyden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshabına ve hizmetçilerine tevazu ederek, iyi muamelede bulunurdu. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlüydü. Hastaları ziyarete gider, cenazelerde bulunurdu. Eshabının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgul değildi. Mübarek ruhu, melekler alemindeydi.

Resulullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat, güç getiremezdi. Halbuki kendisi, hayasının çokluğundan, mübarek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı.

Peygamber efendimiz, insanların en cömerdiydi. Bir şey istenip de, yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri o kadar ihsanları vardı ki, Rum İmparatorları, İran Şahları o kadar ihsan yapamazlardı. Fakat kendisi, sıkıntı ile yaşamayı severdi. Öyle bir hayat yaşıyordu ki, yemek ve içmek hatırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirirlerse yer, her ne meyve verseler kabul ederdi. Bazan aylarca az yer, açlığı severdi. Bazan da çok yerdi, fakat doymadan kalkardı. Yemeği eli ile, üç parmağı ile yerdi. Yemekten sonra su içmezdi. Suyu oturarak içerdi. Başkaları ile yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi, yemeği bırakırdı. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene karşılık olarak, kat kat fazlasını verirdi.

Resulullah efendimiz, zekat malı almaz, fakat hediye alırdı. Çiğ soğan ve sarmısak gibi şeyler yemezdi.

HİLYE-İ SAÂDET



Eshabına nasihatdan sonra,

Fahr-i alem dedi, benden sonra,





Hilye-i pakimi, görse biri,

Olur o, yüzümü görmüş gibi,



Gördükde, hubbu hasıl olsa,

Yani hüsnüme aşık olsa,



Beni görmeği etse arzu,

Kalbi, sevgimle olsa dolu,



Cehennem olur, ona haram,

Rabbim, Cennet'i eder ikram.



Dahi, haşretmez çıplak, anı Hak,

Olur gufranına, Hakkın mülhak.



Denildi ki, hilye-i Resuli,

Severek yazsa, birinin eli,



Eder Hak, onu korkudan emin,

Bela ile dolsa, ruy-i zemin.



Hastalık görmez, dünyada teni,

Ağrı çekmez hiç, bütün bedeni.



Günah etmiş ise de, bu adam,

Cehennem cismine, olur haram.



Âhiretde azabdan kurtulur,

Dünyada her işi, kolay olur.



Haşreyler, anı hem, Rabb-i celle,

Dünyada, Resulü görenlerle.



Hilye-i Nebiyi, güç iken beyan,

Başlarız, ona oldukça imkan.



Sığınarak zülcelale,

Vasfederiz acizane.



İttifak etdi, bu sözde ümem,

Kırmızı beyazdı, Fahr-i alem.



Mübarek yüzü, halis ak idi,

Gül gibi, kırmızımtırak idi.



İnci gibi, yüzündeki teri,

Pek hoş eylerdi, güzel cevheri.



Terleyince, O menba-ı sürur,

Dalgalanırdı sanki, bahr-i nur.



Görünürdü gözü, daim sürmeli,

Kalbleri çekerdi, güzel gözleri.



Akı, beyaz idi gayetle,

Medh eyledi Rabbi, ayetle.



Siyahı anın, değildi ufak,

Bir idi ona, yakınla uzak.



Geniş, güzel ve latifdi gözü,

Nur saçardı hep, mübarek yüzü.



Kuvve-i basıra-i Mustafavi,

Gece, gündüz gibi, olurdu kavi.



Bakmak arzu etseydi, bir yere,

Cism-i paki de dönerdi bile.



Başa tabi' ederdi cesedi,

Bunu terk etmemişdi ebedi.



Hem, cism idi, Resul-i ekrem,

Yaraşır, ruh-i mücessem desem.



Güzel, hem sevimli idi Resul,

Hakka çok, sevgili idi Resul.



Malikle Ebu Hale, söyledi,

Hilal gibi, açık kaşlı idi.



İki kaşı arası, her zeman,

Gümüş gibi görünürdü, ayan.



Mübarek yüzü, az yuvarlakdı,

Derisi, berrak, hem de parlakdı.



Siyah kaşları mihrabı anın,

Kıblesi idi, bütün cihanın.



Ortası, yüksekce görünürdü,

Yandan bakınca, mübarek burnu.



Çok güzel idi, çekme ve latif,

Edemez gören, O'nu tam tarif.



Seyrek idi, dişlerinin arası,

Parlardı, sanki inci sırası.



Ön dişleri, etdikçe zuhur,

Her tarafı, kaplardı bir nur.



Gülse idi, iki cihan serveri,

Canlı cansız, her şeyin peygamberi.



Görünürdü ön dişleri, pek afif,

Dolu daneleri gibi, çok latif.



İbni Abbas der, Habib-i Huda,

Gülmeğe, eyler idi istihya



Hem hayasından O, dinin senedi,

Kahkaha etmedi derler, ebedi.



Nazik, mahcub idi, Resul-i cenab,

Daim eyler idi, bakmağa hicab.



Yüzü benzerdi, yuvarlak aya,

Zatı aynaydı, yüce Mevlaya.



Nurlu idi hep, o vech-i hasen,

Bakılmazdı, tenevvüründen.



Gönüller aldı, o güzel Nebi,

Âşıkı oldu yüzbin sahabi



Bir kerrecik görenler, rüyada,

Dediler, böyle zevk yok, dünyada.



Hem güzel yanakları, bileler,

Fazla etli değildi, diyeler.



Ânın etmişdi, cenab-ı Halık,

Severek, yüzün ak, alnın açık.



Boynunun nuru, ederdi her an,

Saçları arasında, leme'an.



Mübarek sakalından, iyi bil,

Ağarmışdı ancak on yedi kıl.



Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,

Her uzvu gibi idi, mevzun.



Gerdan-i pak-i Resul-i afak,

Gayet ak idi ve gayet berrak.



Eshab içinden, çok ehl-i edeb,

Karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep.



Açılsaydı, mübarek sinesi,

Feyz saçardı, ilim hazinesi.



Aşka olunca, mahall-i teşrif,

Başka olur mu, o sadr-ı şerif?



Mübarek sinesi, geniş idi,

İlm-i ledün, ona inmiş idi.



Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebir,

Sanırdı görenler, bedr-i münir.



Ateş-i aşk-ı zat-ı ezeli,

Odlara yakmışdı, O güzeli.



Bilir elbet bunu, pir-ü civan,

Yassı kürekliydi, Fahr-i cihan.



Sırtı ortası hem, etli idi,

Kerem sahibi, devletli idi.



Gümüş teninde, letafet vardı,

İrice mühr-i nübüvvet vardı.



Sırtında idi, mühr-i nübüvvet.

Sağ tarafına yakındı, elbet.



Bildirdi bize, edenler tarif,

Bir büyük ben idi, mühr-i şerif.



Rengi, sarıya yakın, karaydı,

Güvercin yumurtası kadardı.



Etrafına çevirmiş, sanki hatlar,

Birbirine bitişik, kılcağızlar.



Anlatanlar, O ali nesebi,

Dedi, iri kemikliydi Nebi.



Her kemik iri, merdane idi,

Sureti, sireti şahaneydi.



Mübarek azasının her biri,

Uygun yaratılmışdı hem, kavi.



Çok hoş idi, her uzvu anın

Âyetleri gibi, Kur'anın.



Elleri ayası, O sultanın,

Ayakları altı, dahi anın,



Geniş ve pak idi, nazik mergub,

Taze gül gibi latif ve mahbub.



Çok mevzun idi, der ehl-i nazar,

O kerametli, mübarek eller.



Selam verseydi, birine eğer,

Tebessüm ederdi hep, Peygamber.



Bir iki gün, geçseydi aradan,

Hatta uzasaydı da, bir aydan.



Belli olurdu, hoş kokusundan,

O kimse, adamlar arasından.



Billur gibiydi, ten-i bi-muyu,

Nice medh edeyim, ol pehluyu.



Dostu seyretmek için, o şerif,

Göz olmuşdu, bütün cism-i latif.



Kemal üzereydi, nazik teni,

Hallak göstermişdi, hikmetini.



Yokdu, göğsünde,karnında asla,

Hiçbir kıl, sanki gümüş levha.



Göğsü ortasından aşağı yalnız,

Bir sıra kıl, dizilmişdi, hilafsız.



Bu siyah hat, bu mübarek bedende,

Hoşdu, hale gibi, ay çevresinde.



Bütün ömründe kalmışdı, keza,

Gençlikde gibi, mübarek aza.



İlerledikçe, sinn-i Nebevi,

Tazelenirdi hep, gonca gibi.



Hem dahi, kainatın sultanı,

Zanneyleme ki, ola pek yağlı,



Ne zaif, ne de pek etli idi,

Mu'tedil, hem pek kuvvetli idi.



Lahmı, şahmı, dediler ehl-i derun,

Birbirinden, ne ziyadeydi, ne dun.



Etmiş, ol beden sarayın üstad,

Adl-ü dad ile, esasın bünyad.



Îtidal üzere idi, pak teni,

Nura gark olmuşdu, bütün bedeni.



Orta boylu idi, o Sidre-mekan,

Ortalık, O'nun ile buldu nizam.



Seyreden mu'cize-i kametini,

Dedi hep, medh edip hazretini.



Görmedik böyle, gül yüzlü güzel,

Boyu, hem huyu, hem yüzü güzel.



Orta boylu iken, Nebi,

Uzun kimseyle yürüseydi.



Ne kadar, uzun olsa idi, o er,

Yine yüksek görünürdü, peygamber.



Uzun boylu olandan o cevher,

Yüksek idi, el ayası kadar.



Bir yola gitseydi, izzetle,

Hızlı yürür idi, gayetle.



Deriz, vasf-ı şerifinde yine,

Yürürken, eğilirdi önüne.



Yani, bir yokuşdan iner gibi,

Daim önüne, az eğilirdi.



Şanlı, şerefli idi, O Celil,

İftihar eylerdi, ruh-ı Halil.



Bir zatı ki, murad ede Huda,

Her azası, olur elbet a'la.



Yolda giderken, eğer bir kimse,

Ansızın, Resulullah'ı görse,



Korku düşerdi, kalbine anın,

Yüksekliğinden, Resulullah'ın.



Hem de biri, Nebi ile, müdam,

Sohbet ederek, söylese kelam,



Sözlerindeki lezzet ile, ol,

Kul olurdu, kabul etse Resul.



Etmişdi O'nu, Hallak-ı ezel,

Hüsn-i ahlakla, bi-misl-ü bedel.



Ya Resulallah! gücüm yok medhine,

Yaratıldık hep, senin hürmetine.



Hasılı, ey Şah-ı iklim-i vefa,

Sana canım da feda, her şey feda!


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Sizde içinde Hilye-İ Saadet kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Hilye-İ Saadet kelimesi anlamı 51 defa okunmuştur. [237903] Hilye-İ Saadet kelime anlamı, Hilye-İ Saadet nedir, Hilye-İ Saadet ne demek, Hilye-İ Saadet sözlük anlamı

Paylaş