Vatan Nedir

Vatan Nedir ? Vatan Ne demek ?

1-)bir kimsenin doğup büyüdüğü; bir milletin hakim olarak üzerinde yaşadığı, barındığı, gerekirse uğrunda canını vereceği toprak. Bir kimsenin yerleştiği yere de vatan denir. Vatan ile yurt aynı manadadır. Vatanın geniş manada tarifi ise ülkedir.

Vatan, milleti meydana getiren değerlerin başında gelir. Millet dediğimiz varlık vatan denilen toprak parçası üzerinde yaşar. Vatan dar manada yalnızca doğup büyünen, üzerinde yaşanan toprak parçası değildir. O, bir milletin tamamının barındığı ülke veya ülke topraklarıdır (Bkz. Ülke). Bir kimse bağlı bulunduğu ülkenin vatandaşı, yurttaşıdır. Ülke, vatan toprağının altında yatan şehitlerin hatıralarıyla kutsaldır. Vatan, topraklarından başka deniz ve hava sahalarını da içine alır. Gemiler ve uçaklar temsil ettikleri ülkenin bayrağını çekmiş olarak dolaştıkları vakit de tek başına vatan kabul edilirler.

İnsanların daha yaratılışından içlerinde, vatan sevgisi bulunur. Vatanını seven, haysiyetli ve şahsiyetli insanların vatana bağlılıkları sebebiyle uğrunda her şeylerini seve seve feda edebilecekleri bazı kutsal değerleri vardır: Din, dil, şeref, namus, ırz gibi değerler bunların başında gelir. Vatanı korumak; dini, imanı, namusu korumak gibidir. Bu uğurda canlar feda edilir. Yani vatanı sevmek kadar korumak da önemlidir. Vatanını korumak ve saldıranlara karşı canla başla karşı koymak yüce dinimiz İslamın emirlerindendir. Kur’an-ı kerimde Bakara suresi 190. ayet-i kerimede mealen; “Size savaş açanlara karşı, Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin. Doğrusu Allahü teala aşırı gidenleri sevmez.” buyrulmaktadır. Peygamber efendimiz de; “Allahü tealaya imandan sonra en faziletli ibadet, vatan savunmasıdır.” buyurur.

Tarih boyunca milletler, üzerinde yaşadıkları vatan toprağı uğrunda kan akıtmışlardır. Şair bunu;

Toprakları toprak yapan üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

sözüyle izah etmiştir. Bütün bunlar, ancak milletin varlığıyla mümkündür. Bir milletin var olabilmesi, bir devletin varlığına; devlet de vatanın mevcudiyetine bağlıdır. Vatan olmasa millet de, devlet de olmaz. İnsanlık haysiyeti ve şerefi hiç kalmaz. Bunların muhafazası yine vatanı sevmekle mümkündür. Vatan sevgisi, kişilerin çeşitli tesirler altında kalmasıyla zamanla artar veya eksilir. İnançlı bir kimse mutlaka vatanını sever. Peygamberimiz Muhammed alehisselam; “Vatan sevgisi, imandandır.” buyurmuştur.

Vatanından ayrı kalan vatanını özler. Bunun böyle olduğunu altın kafesteki bülbül misali de anlatmaktadır: Bülbülü altın kafese koymuşlar “Ahhh! Vatanım” demiş.

Her nimete sahip olan, iyi iklimi, bol suyu, zengin maden yataklarıyla dünyada eşi bulunmayan vatanımız Türkiye, onu yükseltecek hakiki vatanseverlere muhtaçtır. Ancak bu hakiki vatanseverler; el ele vererek, birbirlerini sayarak, koruyarak, Türk ve Müslüman ismini taşıyan bozuk fikirlilerin ve vatan düşmanlarının saçma ve sapık yayınlarını, sözlerini reddederek, durmadan çalışarak, yirminci asrın fen ve teknolojisine ulaşarak ve hatta onu da geçerek, bu kudsi vatanı layık olduğu dereceye ulaştırabilirler.

BİR YOLCUYA

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın

Bu toprak bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver bu sakit yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda

Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda

İstiklal uğrunda, namus yolunda

Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele

Son vatan parçası geçerken ele

Mehmed’in düşmanı boğduğu sele

Mübarek kanını akıttığı yerdir.

Düşün ki haşrolan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin

Bir harbin sonunda bütün milletin

Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

Necmeddin Halil Onan


2-)VATAN



Bir kimsenin yerleşip yurt edindiği yer. Sığır ve koyun ağılı. Çoğulu "evtan"dır. Vatan sözcüğü "vatane" fiilinden bir isim olup, fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Aynı fiilin if'al ve tef'il babı ise; yurt edinmek, kendisini alıştırmak anlamına gelir. Aynı kökten yer ismi olan "mevtın" sözcüğü ise; yer, yurt, toplantı yeri, savaş sahnesi anlamlarına gelir. Çoğulu "mevatın" dır.

Kur'an-ı Kerim'de yurt, vatan anlamında "ed-dar" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?" (el En'am, 6/32). "Biz onlara ahiret yurdunu hatırlama özelliği verdik" (Sa'd 38/4). Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez, bu kökten "mevtın"in çoğunu "mevatın" yer ve mevki anlamında bir ayette şöyle kullanılır: "Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).

Hadislerde ise "vatan" ve "mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O, benim vatanım ve yurdumdur" (Ebu Davud, İmare, 36) buyurulur. Burada "vatan" ve "dar" eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasulüllah (s.a.s) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah'ın üstünde namaz kılmak" (Tirmizi, Mevakit, 141). Burada "mevatın" (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.

Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hakim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye "ülke" veya "yurt" denildiği gibi, tebeasına da "vatandaş" veya "yurttaş" denir.

İslami açıdan yurt veya vatan "dar" sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslam toplumunun yaşadığı ve hakim olduğu yerler için "darul-islam" düşman elinde bulunan ülkeler için de "darul-harp" olarak ifade edilir. İslam fıkhında dar; "bir Müslüman veya gayrimüslim idarecinin hakimiyeti altında bulunan ülke" olarak tarif edilir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, Bulak, 1272, III, 247).

Dünya ülkelerinin darulislam ve darulharp olarak ikiye ayrılması Kur'an ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı muasır Müslüman müellifler bu taksimi olaylar ve siyasi şartlar karşısında fakihlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir (Ahmet Özel, İslam Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79). Muteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefilere delil olarak kullanılan bazı hadislerde bu tabirlerin kullanıldığı görülür. Şu hadisler örnek olarak verilebilir: "Darulharp'te hadler uygulanmaz" (ez-Serahsi, el-Mebsut, IX,100; Zeylai, et-Tebyin, I, Baskı, Bulak,1313, IV, 97; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadir, Mısır, 1319, IV,178). " Darulharp'te Müslümanla harbi arasında faiz yoktur" (es-Serahsi, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylai, a.g.e., IV, 97; İbnü'l-Hümam, a.g.e., VI, 178). " Darulislam kendinde bulunanı saldırıdan korur darulharp de içinde bulunanı mübah kılar" (el-Maverdi, el-Ahkamu's-Sultaniyye, 2. baskı, Kahire, 1966, 60). Buhari (ö. 256/869),

"Sahih" inde başlık olarak daru'l islam ve darul-harp ifadelerini kullanmış ise de, bu başlık altında verilen hadislerde bu terimler yer almamıştır. Buhari, hadislerin mefhumunu dikkate alarak bu başlıkları koymuş olmalıdır (bk. Buhari, Sahih, Cihad IV, 31, 33; Ayni, Umdetu'l-Kari, Kahire 1348, XIV, 303).

Asr-ı Saadette darulislam ve darulharp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin el-indeydi. Zaten İslam'ın devlet sisteminde gelmişti.

İslam'ın ilk zamanlarında davet ve ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö. 23/643) de bulunduğu bir çok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve "darul-İslam" denilmiştir (Hakim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezail, III, 502; Zeylai, Nasbü'r-Raye, III, 477). Buradaki "dar" sözcüğünün "ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.

Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebeasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan'a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah elçisinin " Ârdu sıdk (doğruluk ülkesi)" deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder (bk. İbn Hişam, es-Sire, Mısır 1355, I, 339, 340). Mekke döneminde darülislam'dan söz etmek imkanı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin darulharp sayıldığında şüphe yoktur. Nitekim Maliki fakihlerinden İbn Kasım (ö. 191/807), darulharp'te Müslüman olan bir kölenin, İslam'a girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke için şöyle der: "... Bilal, efendisinden önce İslam'a girdi. Ebu Bekir de onu alıp azat etti. Ülke de o zaman darulharp idi, çünkü o sırada Mekke'de cahiliyye devri otoritesi ve hükümleri hakimdi" (Malik, el- Müdevvene, Mısır 1323, II, 22).

Hanefilere göre darulharp'te Müslümanın harbilerle mal ve para karşılığında bahse girmesi caizdir. Delil; Rum Suresi'nin ilk ayetleri inince, Hz. Ebu Bekr'in (ö.13/634) müşriklerle girdiği bir bahse Hz. Peygamber'in izin vermesidir. Buna göre, belli bir zaman süreci içinde, ehl-i kitap olan Bizans, Müşrik olan İran'a karşı galip gelecekti. Nitekim zaman Hz. Ebu Bekr'i doğrulamış ve Bizans galip gelmişti. es-Serahsi (ö. 490/1097), bu bahisle ilgili olarak şöyle der: "...Çünkü Ebu Bekir, Mekke'de, islam hükümetlerinin uygulanmadığı daruşşirk'te (şirk ülkesi) idi" (es-Serahsi, el-Mebsut, Mısır 1331, XIV, 57; İbnü'l Hümam, Fethu'l-Kadir, VI,178). İbn Abbas (r.anhüma)'ın hicretten önceki dönem için Medine hakkında da daruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: "Allah elçisi, Ebu Bekir ve Ömer de muhacirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhacir olanlar da vardı. Çünkü Medine daruşşirk idi, onlar da Akabe gecezi Rasulüllah'a geldiler" (Nesai, Sünen, Bey'a, 13; Mısır 1348/1930, VII, 145).

Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasi, ekonomik ve askeri bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslam Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslam toplumu arasında bir takım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk islam Anayasası'nı örnek verebiliriz (bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I,121 vd,; Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslam Anayasası, 38 vd).

Böylece Medine'de darulislam uygulaması söz konusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir "darulhicre" yani "hicret vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "darul-küfr ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: "Rasulüllah (s.a.s)'in Medine'si dışında her yer darulharp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı" (el Hazm, el-Muhalla, VII, 353).

Bu duruma göre hicretten önce darulislam mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi darulİslam halini aldı. Daha sonra Hz. Peygamber zamanında fethedilen yerler darul İslam'a katılırken, fetihten sonra Mekke de darulislam'a katılmış oldu.

İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibadet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret ederek öz yurtlarını terketmişlerdir. Ancak bu sürekli terketmekten çok, İslam'ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kabe'ye doğru bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı yerlerin hayırlısı ve Allah'a en sevgili olansın " dediği nakledilir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 305; Darimi, Sünen, II,156). Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydılar, çıkamazdım. Beni, beldelerin sana en sevgili olanında yerleştir" (Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhaki, Delalilünnübilvve, II, 243).

Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. siz orayı biliyorsunuz Şam'a giderken ticaret kervanınızın yoludur" (Buhari, Menakıbu'l-Ensar, 45, Ta'bir, 39; ibn Sa'd Tabakat, I, 226; Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhaki, Sünen, IX, 9).

Hicret emri verilince şu ayet inmiştir: "Şöyle de: Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selametle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selametle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver" (el-İsra,17/80).

Hz. Peygamber'in yeni yurdu olan Medine'ye hicreti bütün Medineli mü'minlerce büyük sevinç gösterilerine neden olmuştur. Mü'minler evlerinin damlarına çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş; "Ey Allah'ın Rasulü! Ey Muhammed" diye sesleniyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda; "Allah'ın elçisi geldi, Muhammed geldi. Allah'ı ekber (Allah her şeyden büyüktür)" sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı (bk. Müslim, Sahih, VIII, 237; Ebu Davud, Sünen, II, 579; "Hicret" maddesi).

Hz. İbrahim, Ashab-ı Kehf, Yunus (a.s) gibi tarihte yaşadıkları vatanda hak dini tebliğ etme ve yaşama imkanı bulamayanlar da hicret etmişlerdir. Eğer bir kimse yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dini inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup, dinini yaşabileceği yöreye hicret etmesi gerekir. Nitekim dinini gizleyen bazı mü'minlerin Mekke'de kalması ve zorla sokulduklar Bedir Gazvesinde ölmesi üzerine şu ayet inmiştir: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: "Dünyada ne iş yaptınız?" derler. Bunlar; "Biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış kimseler idik"diye cevap verirler. Melekler derler: "Allah'ın yeri geniş değil miydi ki, oraya göç etseydiniz". İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (Nisa, 4/97).

Hanefilere göre küfür diyarından İslam diyarına hicret etmek vaciptir. Hanbelilere göre, bir kimse darulharp'te dinini açığa vurup yaşıyor olsa bile, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılmak için bunun darulislam'a hicreti sünnet olur. Şafiilerden el-Maverdi'ye (ö. 450/1058) göre, 'bir Müslüman küfür diyarında dinini açığa vurabiliyorsa, orası bu kimse için darulislam hükmünde olur. Onun orada kalması, hicret etmesinden daha faziletlidir. Çünkü onun yardımıyla orada İslam'ın yayılması umulur (eş-Şevkani, Neylü'l-Evtar, VIII, 28, 29).

Hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişeleri şu ayet kaldırmaktadır: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde giderek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasulüne muhacir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükafatı Allah'a aittir" (es-Nisa, 4/100).

Allah'ın elçisi hicreti teşvik etmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Âllah yolunda hicret eden kimseyi, yüce Allah'ın bağışlaması hak olur" (Tirmizi, Cennet, 4; Ahmed b. Hanbel,V, 240). Muhacir, hadislerde şöyle tarif edilmiştir: "Gerçek muhacir, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk eden, yani haramları işlememek için yurdundan ayrılan kimsedir" (Buhari, İman, I, Rikak, 26; Ebu Davud, Vitr, 2,1 l, 12, Cihad, 2; Nesai, İman, 9; İbn Mace, Fiten, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 163,192,193, 205).

İşte belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan dil, din, tarih ve kültür birliği bulunan bir toplumun teşkil ettiği birlik ona bir millet özelliği kazandırırken, üzerinde yerleşilen toprak parçası da vatan adını alır. Sınırları belli vatan toprağı, dış saldırılardan korunmuş, içte mal, can, ırz ve namus güvenliği sağlanmış, din ve vicdan özgürlüğü tanınmış olunca mü'minin yaşayabileceği bir belde sayılır. Artık bu ülkenin bir tebeası olarak iç ve dış düşmanlara karşı bu toprakların savunulması özellikle saldırılan ülke mal, can, ırz güvenliği ve dinine sahip olmayı tehdit ediyorsa vacip olur. Çünkü mü'minin bu manevi değerlere sahip olması ve önceden elde ettiği hakları koruyabilmesi belli toprak parçası üzerinde güven içinde yaşamasına bağlıdır. Bu güveni tehdit eden güçlere karşı ülkeyi savunması bir görev olur.

Nitekim Türkistan, Kafkasya, Kırım, Azerbaycan, Bulgaristan gibi ülkelerde uzun yıllar baskı ve tehdit altında dini inanç ve ibadet özgürlüğü tanınmayan İslam toplulukları buğün bu haklarını elde etme imkanına savuşabilmişlerdir. Ancak hicret etmeme yüzünden kültürünü imanını ve Müslümanlığını yitiren ve bu yüzden çok büyük acılar çeken toplumlar da vardır.

Müslümanların azınlığa düştüğü ve devlet yönetiminde etkili olamadığı yörelerde, Müslümanlar cemaatleşerek İslam'a uygun eğitim, öğretim ve İslam'ın güzelliklerini yaşamak, çevrenin de bu adet fazilet ve ahlak değerlerinden yararlanmasını sağlamak amacıyle gerekli girişim, çalışma ve kurumlaşma yoluna gitmelidir. Bunun yolu bilimsel çalışmalardan geçer. Türkiye gibi büyük çoğunluğu Müslüman olup, beşeri kanunlarla yönetilen ülkelerde ise İslam'ın bu yüce değerleri toplumun yararlanmasına sunulmalıdır. Çünkü zekat, vakıf yardımlaşma, karz-ı hasen gibi yaygın halk kitlelerine mutluluk getirecek ve servet dağılımında adaletli bir denge oluşturabilecek güçteki İslami değerlerin dışlanması veya bunların terkedilmiş durumda bırakılması topluma pahalıya mal olmaktadır. Yapılan istatistik çalışmaları ile mesela; zenginlik ölçüleri tutan kimselere ait bütün nakit para, döviz, altın ve alıp-satmak üzere elde bulunan tüm ticaret malları, şirket ve fabrikaların döner sermaye, hammadde ve üretilmiş madde ile kesin alacakları kırkta bir zekata tabidir. Tarım ürünleri onda bir, sulama ile tarım yapılan yerde yirmide bir, madenlerde beşte bir ve hayvanlarda cinse göre belli oranlarda zekat yükümlülüğü gerçekten yoksul kesimin mesken problemi, yüksek öğretim gençliğinin tümüne yeterli bursu, ve yoksul ailelere geçinecek kadar yardımı ya da gelir getirecek bir iş kurmayı makul sürede sağlayabilecek güçtedir.

Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında önce sultan ailelerinden başlanarak varlıklı kesim özellikle İstanbul, Bursa, İzmir, Kayseri, Konya gibi şehirlerde ve ülkenin diğer yerleşim birimlerinde pek çok vakıf eserler meydana getirmişlerdir. Bununla toplumun eğitim, öğretim faaliyetlerini, sağlık işlerini, din görevlilerinin geçimini, zekat yerine yoksullara daha düzenli yardımı bu vakıflar üstlenmiştir. Günümüzde vakıflar da tarihteki bu güzel fonksiyonu üstlenecek durumdan çıkarılmıştır. Halbuki vakıfların vakıfnamelerindeki esaslara göre idaresi ve gelirlerinin burada belirlenen yerlere verilmesi gerekirken mütevellilerin yerini alan vakıflar idaresi vakıfnameleri dikkate almaz olmuştur. Bu yüzden de vakıfların fonksiyonu eski önemini kaybetmiştir. Bu da toplumun zarar gördüğü önemli bir alandır. Diğer yandan gerçek vakıf hükümlerinin uygulanmaması, takipsizlik ve sorumsuzluk yüzünden vakıfların gelirleri de azalmıştır. Halbuki yetim malı, vakıf malı ve beytülmale ait mal gerektiğinde usulüne göre satılacaksa veya kiraya verilecekse "rayiç bedel" ile verilebilir. Rayiç bedelden fahiş gabin ölçüsünde düşük bedel satım veya kira akdini batıl kılar ve bu idarelerin ya bedeli tamamlatma ya da akdi feshetme hakkı doğar. Fahiş gabin ölçüsü Hanefilere göre gayri menkullerde rayiç bedelden % 20 düşük olan bedeldir. Bu oran hayvanlarda % 10 diğer menkul eşyada % 5 ve daha fazla rayiç bedelin altına inilmesidir. Mecelle'nin kanunlaştırdığı ölçüler de bunlardır (bk. İbn Nüceym el-Mısri, el-Bahru'r-Raik, Mısır, 1334, 1330/1912, I, 247; Mecelle, mad.165; Hamdi Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kar Hadleri, Balıkesir, 1984, 145-147).

Sonuç olarak vatan ve üzerinde yaşayan tebea unsuru bir bütün olarak düşünülmelidir. Bunlar birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Biri diğerine feda edilemez. Pek çok İslam fakihinin tarif ettiği şekliyle darulislam; "Müslümanların idare ve hamiyetleri altındaki yerdir" (es-Serahsi, el-Mebsut, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253). İmam Şafii darulislam'ı daha geniş olarak tarif etmiştir. O'na göre: a) Müslümanların meskun bulunduğu yerler, b) Müslümanların fethedip gayri müslim halkı cizye karşılığı yerlerinde bıraktıkları topraklar, c) Önceden İslam'ın uygulandığı, ancak daha sonra gayri Müslimlerin eline geçen topraklar (Nevevi, Ravdatilt-Talibin, y.y, 1386/1966, V, 433; Ömer Nasuhi bilmen, Istilahat-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 371). Bu nitelikleri taşımayan yerler de darulharptir.

Ancak darulharp sayılan yerlerde de yukarıda belirttiğimiz gibi İslam toplumu varlığını korumalı, kültürüne, ve manevi değerlerine sahip çıkmalı, üzerinde yaşanan topraklara saldırı olduğunda da, kendisine düşen görevi yapmalıdır. Çünkü sınırlarla çevrili toprağı koruma ve bakıma orada yaşayan İslam toplumunun mal, can ve ırzını koruma, din ve vicdan özgürlüğünün devamım sağlama ile eş değerdedir.

Vatanın Seferiliğe Etkisi:

İslam yolcu olanlara ibadetlerde bir takım kolaylıklar getirmiştir. Dört rekatlı farz namazların iki rek'at olarak kılınması, mestlere mesih süresinin üç güne çıkarması, ramazan oruç günü oruç tutulmayarak daha sonra kaza edilebilmesi gibi. İşte kişinin içinde doğup büyüdüğü veya halen yaşamakta olduğu yerle yolculuk sırasında kaldığı yerler de birer vatan parçasıdır. Buna göre vatan üçe ayrılmıştır.

a) Asli Vatan: Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği ya da içinde barınmayı kasd edip, başka yeri vatan edinmek istemediği yere "asli vatan" denir.

b) İkamet Vatanı: Bir kimsenin doğduğu, evlendiği ve yerleşmeye karar verdiği yerden ayrılıp yalnız içinde onbeş günden fazla kalmak istediği yere "ikamet vatanı" denir. Bu yer asli vatana sefer mesafesi uzakta olmalıdır.

c) "Sükna Vatanı: Bir yolcunun kendisinde onbeş günden az oturmak istediği yerde "sükna vatanı” adım alır. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne asli ve ne de ikamet vatanı değişmiş olmaz.

Seferilik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya üstü ile bozulur, aşağısı ile bozulmaz. Mesela, Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç edip yerleşen kimsenin artık asli vatanı Türkiye'de oturduğu yer olur. Yine mesela; Kars'ın bir köyündeki mülkünü satarak İstanbul'a yerleşen bir ailenin asli vatanı İstanbul olur (Ayrıca bk. "Daru'l-İslam" ve "Darul-Harb" mad.).

Hamdi DÖNDÜREN


3-)Vatan sevgisi imandandır. (Hadis-i şerif-Mektubat)

Hanefi mezhebinde üç türlü vatan vardır: Vatan-ı asli, vatan-ı ikamet, vatan-ı sükna. (İbn-i Âbidin)


4-)Yurt
Örnek:Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın / Bir vatan kalbinin attığı yerdir. N. H. Onan


5-)Yurt.


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 


Dil
Anlamı
İngilizcesi İngilizce
Old country.
İngilizcesi İngilizce
Habitat.
İngilizcesi İngilizce
Home.
İngilizcesi İngilizce
Homeland.
İngilizcesi İngilizce
Land.
İngilizcesi İngilizce
Motherland.
İngilizcesi İngilizce
Native land.
İngilizcesi İngilizce
Native shore.
İngilizcesi İngilizce
Soil.
İngilizcesi İngilizce
Country.
İngilizcesi İngilizce
One's native country.
İngilizcesi İngilizce
Native country.
İngilizcesi İngilizce
Fatherland.
İngilizcesi İngilizce
Mother country.
İngilizcesi İngilizce
Shipping country.

  • Cocugunu Vatan sevgisiyle degil insan sevgisiyle büyütmek gerekir
  • Vatan olmadan dünya ,ahiret ve evren diye bir şey olmaz
  • Teşekkür ederim Ödev imi yaptım Vatan kelimesi çok güzel bir şekilde anlatmışsınız
  • Vatan gücü Vatan doğası
  • Vatan gücü Vatan doğası Vatan gazi
  • Üstünde yasadigimiz toprak parçasına Vatan denir.
  • Vatan hüriyet Vatan yurt barış Vatan denince akla gelen şey allah hüriyet demektir
  • Vatan hüriyet Vatan ggggggaa askerrrrr
  • Eğer beni bir gün öldürseler Gine de Vatanım derim
  • Bir çocuğu yanlız ca insan sevgisini aşılayarak değil, Vatan sevgisini de berabere alarak büyütmek gerekir. Çünkü Vatanından haberdar olmayan çocuk insan sevgisinden de yoksun demektir.
  • Vatann bizim herşeyimiz
  • ohhh yarrak yalayammm Vatan
  • Vatan bize MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ün bıraktığı değerli insanların yaşadığı yurttur...
  • Sen Vatan demiştin, sen Vatanın aziz şehidisin.
  • Çünkü onlar için bu topraklar da aynen Anadolu gibi Vatan toprağı, aziz Vatan toprağı olarak görmüşler"dedi.

Sizde içinde Vatan kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Vatan kelimesi anlamı 26134 defa okunmuştur. [240759] Vatan kelime anlamı, Vatan nedir, Vatan ne demek, Vatan sözlük anlamı

Paylaş