Darü'l-Harb Nedir

Darü'l-Harb Nedir ? Darü'l-Harb Ne demek ?

1-)DÂRÜ'L-HARB



Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı. İslam'ın siyasi otoritesinin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslami olmayan bölgeler. Genel olarak İslam hukukunda kafir ve İslam düşmanı yöneticilerin hakimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır. Bu terim, Kur'an-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Hz. Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu ibare Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir. Hanefiler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır. İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylai de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Raye, III, 343).

İslam hukukçuları, ülkeleri, İslami hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Darü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbi denir. Harbiler, darü'l-İslam yönetimi ile bir eman anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kafir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslam devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbi gizlice ve eman dilemeden darü'l-İslam'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir. (Maverdi, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; W.W.Hunder, İA, Darü'l-Harb md.).

Darü'l-harb'te ikamet edip İslam ülkesine gelmemiş olan müslümanlar İslam ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü. Darü'l-İslam'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslam devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu. Bir müslüman, Darü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz. Çünkü İslam devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir. Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir. (Abdulkadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev. A. Nuri, İstanbul 1976, I, 520). Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır. Mesela İmam Şafii'ye göre, "Darü'l-İslam'da helal olan şey Darü'l-harb'te de helaldir; haram olan orda da haramdır. Bir suçun Darü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez." (es-Serahsi, el-Mebsut, IX, 100; İmam Şafii, el-Umm, VII, 322).

İmam-ı A'zam ise "Darü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir. Darü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanife'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak darü'l-İslam'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur. İmam Malik ve İmam Şafii ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır. (İbn Kudame, el-Muğni, IV, 46).

Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir. Ancak İslam devleti adına Darü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askeri birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mal'e aittir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, IV, 103).

İslami hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir. Cumhur-ı fukaha'ya göre müslümanların darü'l-harb'te harbilerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır. Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır. Ebu Hanife ile İmam Muhammed bu konuda darü'l-harb'te müslüman ile harbi arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar. Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbiye faiz verilmesi haramdır. (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evladır. Cumhur, "Darü'l-harb'te müslüman ile harbi arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz. Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Harhi'nin malı ancak ganimet yoluyla helal olup, alış-veriş akidleri yolu ile helal olmaz. (İbn Kudame, IV, 46).

Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, mümin kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanını daha iyi bilir. Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kafirlere döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar..." (el-Mümtehine, 60/10). Bu ayetten nikah akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hanefilere göre ise, karı veya kocadan birisi darü'l-harb'ten darü'l-İslam'a müslüman veya zimmi olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur.

İslam'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefi fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der. İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır. Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir. Darü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır. Zira bu, Kur'ani bir nass ile sabittir. Diğer taraftan hanefiler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd.)

Allah Teala şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslam'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz." İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir. " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslam'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hakim olduğu -darü'l-İslam'dır. Müslüman, darü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka darü'l-harb'ten darü'l-İslam'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şafiiler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır. (Said Havva, İslam, I, 309)

Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir darü'l-İslam mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslam'ı hakim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır. Çünkü müslümanların İslam devletini kurmaları, toprakları İslamileştirmeleri, zalim ve kafir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır. Bu görüşleri savunan İslam fukahası, Mekke'de kafirlerin zulmüne uğrayan müslümanların gidecekleri bir darü'l-İslam'ın olmadığını belirtmektedirler. Necaşi'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz. Peygamber'in emri belirleyici olmuştur. Bu da müslümanların yaşadıkları bir darü'l harb'ten daha rahat bir şekilde İslam'ı yaşayabilecekleri bir başka darü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir. Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl darü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz. Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar ve müslümanların darü'l-İslam dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar. (en-Nisa, 4/75, 91, 92).

Demek ki İslam hukukçularının savunduğu gibi, darü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı darü'l-İslam haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda kafir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur. Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır.

Darü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar. İslam'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler. Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur. İslam'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır. Kafirler eman dilerse, ülkeleri cizye karşılığında darü'l-İslam'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir. İslam devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz.

İmam Kasani, "Dar'ul İslam ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslam veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kafirlere aitse o belde darü'l-İslam'dır. Korku mutlak surette müminlere aitse orası da darü'l küfür'dür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir. (İmam Kasani, el-Bedaiü's-Sanayi, Beyrut 1974, VII. 131).

Darü'l-İslam'ın darü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik planda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslam ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslam fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır. Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslam ülkesinde İslam dışı hükümlerin hakim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi. Ebu Hanife de, İslam ülkesinin darü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti. Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslam dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslam ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmilerin can ve mal güvenliğinin kalmaması.

Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: İslam hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir yer darü'l-İslam'a bitişik de olsa darü'l-İslam olmaz. İşte Taif şehri. Çok yakın olmakla birlikte darü'l-İslam olmadı. Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler de öyle... Yemen'e gelince; zaten orada İslam yayılmış bulunuyordu. Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifelerinin döneminde İslam'a sarılmışlardır... "Bir ülke, coğrafi bakımdan İslam ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslam dinini kabul etmiş kimseler vardır diye "darü'l-İslam" olarak nitelendirilemez." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkamu Ehli'z zimme, I, 366). İslam'ın egemen olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslam'ın egemenliği altında kalmış olsun ve bu egemenliğin maddi. ve beşeri belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslam diyarı olarak nitelendirilemez. Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslam egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddi eserler ve onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir... İmam A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün için hiçbir İslam ülkesinin daru'l-harb şartlarını taşımadığını savunanlara karşı, bir zamanlar İslam diyarı olan beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslam ahkamı değil, beşeri kanunlar ve hükümler yürürlüktedir. 2) Darü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla, antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslam diyarı olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kafirler İslam'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tağutların İslam'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar? Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. (bk. M. Beşir Eryarsoy, İslam Devlet Yapısı, İstanbul 1988, 67 vd.)

İslam ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kafirlerin elinde bulunan ülkeler İslam ülkeleridir. İdareciler kafirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir. İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır. Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor... Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur. Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kafirlerde de olsa böyle bir ülke darü'l-İslam'dır..." İmameyn, kıyasa başvurarak "darü'l-harb, İslam ahkamının icrasiyle İslam ülkesi oluyorsa, İslam ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hakimiyeti ile darü'l-harp olması lazımdır, demektedir. İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hakimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hakimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir.

İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir. Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslam üstündür, ona üstünlük olmaz. " şeklindeki hadisi (Buhari, Cenaiz 79) delil almışlar; hakimiyeti "itibari" bir tarzda yorumlamışlardır. Onlara göre, istila edilmiş bir darü'l-İslam'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmiler bulunabilir ve o durumda orası darü'l-harb olmaz. Bu görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila edilmiş, hakimiyeti elinden alınmış bir ülkede müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini imkansız görmüşlerdir. Kuşkusuz, müctehidlerin bu görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur. Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından oluşan dengelerden sonra, İslam hukukunun bazı içtihatlarının aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir. Nitekim, Ebu Hanife'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir: "Zannediyorum ki, Ebu Hanife'nin bu şartı (Darü'l-harb'e bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir. Darü'l-İslam ortasında bir ülke halkının irtidad edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde kalabilmeleri ona imkansız görünmüştür. Ama bu zamanda olanları; halkın cihada karşı "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslam ve "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi, böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü benimserdi."

İmam Ebu Hanife'nin, ictihadında "eman" kavramına yüklediği anlam çok geniştir. Ancak itibari olarak bir ülkede İslami hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin kaynağının ve icrasının esas dayanağı olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz. Müslümanların sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü, bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslami ülke anlayışını çağrıştırmaktadır. "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle, "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli alimlerinin görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi de ortadan kaldırmaktadır. Yani eğer bir darü'l-harb'te İslam uygulandığında orası darü'l-İslam oluyorsa bunun tersi de geçerlidir. Yani bir darü'l-İslam'da küfür ahkamı uygulanıyorsa artık orasının da darü'l-harb sayılması gerekmektedir. Diğer taraftan yeryüzünde istila ve işgal altında birçok İslam ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hala darü'l-İslam diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslam ülkesinde İslam ahkamı yürürlükten kaldırılmışsa, o ülkedeki müslümanların muhayyer bırakılmalarını beklemek en azından saflık olur. Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslami hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden alınıp yerine beşeri ahkam geçirildiyse ve iktidar İslam'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün yönleriyle yaşamaları imkansızdır. Yani onlar asla karşı düşünce tarafından rahat bırakılmazlar. Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar, yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar. Oysa İslam'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması mümkün değildir. Bir başka deyimle,

"Siyer" adı altında kurumlaştırılan İslam devletler hukuku ile, çağdaş devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz. Darü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer İslami kavramlarla birlikte mütalaa etmek lazımdır. (Ayrıca bk. Darü'l-İslam).

Ahmed AĞIRAKÇA


2-)

Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı. İslam'ın siyasi otoritesnin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslami olmayan bölgeler. Genel olarak İslam hukukunda kafir ve İslam düşmanı yöneticilerin hakimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır. Bu terim, Kur'an-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Hz. Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu ibare Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir. Hanefiler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır. İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylai de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Raye, III, 343).

İslam hukukçuları, ülkeleri, İslami hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Darü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbi denir. Harbiler, darü'l-İslam yönetimi ile bir eman anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kafir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslam devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbi gizlice ve eman dilemeden darü'l-İslam'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir. (Maverdi, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; W.W.Hunder, İA, Darü'l-Harb md.).

Darü'l-harb'te ikamet edip İslam ülkesine gelmemiş olan müslümanlar İslam ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü. Darü'l-İslam'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslam devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu. Bir müslüman, Darü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz. Çünkü İslam devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir. Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir. (AbdulKadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev. A. Nuri, İstanbul 1976, I, 520). Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır. Mesela İmam Şafii'ye göre, "Darü'l-İslam'da helal olan şey Darü'l-harb'te de helaldır; haram olan orda da haramdır. Bir suçun Darü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez." (es-Serahsi, el-Mebsut, IX, 100; İmam Şafii, el-Umm, VII, 322).

İmam-ı A'zam ise "Darü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir. Darü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanife'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak darü'l-İslam'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur. İmam Malik ve İmam Şafii ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır. (İbn Kudame, el-Muğni, IV, 46).

Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir. Ancak İslam devleti adına Darü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askeri birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mal'e aittir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, IV, 103).

İslami hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir. Cumhur-ı fukaha'ya göre müslümanların darü'l-harb'te harbilerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır. Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır. Ebu Hanife ile İmam Muhammed bu konuda darü'l-harb'te müslüman ile harbi arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar. Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbiye faiz verilmesi haramdır. (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evladır. Cumhur, "Darü'l-harb'te müslüman ile harbi arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz. Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Harhi'nin malı ancak ganimet yoluyla helal olup, alış-veriş akidleri yolu ile helal olmaz. (İbn Kudame, IV, 46).

Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, mümin kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanını daha iyi bilir. Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kafirlere döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar..." (el-Mümtehine, 60/10). Bu ayetten nikah akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hanefilere göre ise, karı veya kocadan birisi darü'l-harb'ten darü'l-İslam'a müslüman veya zimmi olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur.

İslam'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefi fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der. İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır. Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir. Darü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır. Zira bu, Kur'ani bir nass ile sabittir. Diğer taraftan hanefiler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd.)

Allah Teala şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslam'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz." İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir. " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslam'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hakim olduğu -darü'l-İslam'dır. Müslüman, darü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka darü'l-harb'ten darü'l-İslam'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şafiiler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır. (Said Havva, İslam, I, 309)

Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir darü'l-İslam mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslam'ı hakim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır. Çünkü müslümanların İslam devletini kurmaları, toprakları İslamileştirmeleri, zalim ve kafir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır. Bu görüşleri savunan İslam fukahası, Mekke'de kafirlerin zulmüne uğrayan müslümanların gidecekleri bir darü'l-İslam'ın olmadığını belirtmektedirler. Necaşi'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz. Peygamber'in emri belirleyici olmuştur. Bu da müslümanların yaşadıkları bir darü'l harb'ten daha rahat bir şekilde İslam'ı yaşayabilecekleri bir başka darü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir. Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl darü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz. Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından Çıkarılırlar ve müslümanların darü'l-İslam dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, düzen onlara rahat vermez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar. (en-Nisa, 4/75, 91, 92).

Demek ki İslam hukukçularının savunduğu gibi, darü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı darü'l-İslam haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda kafir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur. Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır.

Darü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar. İslam'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler. Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur. İslam'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır. Kafirler eman dilerse, ülkeleri cizye karşılığında darü'l-İslam'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir. İslam devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz.

İmam Kasani, "Dar'ul İslam ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslam veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kafirlere aitse o belde darü'l-İslam'dır. Korku mutlak surette müminlere aitse orası da darü'l küfür'dür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir. (İmam Kasani, el-Bedaiü's-Sanayi, Beyrut 1974, VII. 131).

Darü'l-İslam'ın darü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik planda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslam ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslam fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır. Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslam ülkesinde İslam dışı hükümlerin hakim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi. Ebu Hanife de, İslam ülkeşinin darü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti. Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslam dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslam ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmilerin can ve mal güvenliğinin kalmaması.

Bu hususta İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: İslam hükümlerinin uygulanmadığı sürece hiçbir yer darü'l-İslam'a bitişik de olsa darü'l-İslam olmaz. İşte Taif şehri. Çok yakın olmakla birlikte darü'l-İslam olmadı. Kızıldeniz sahilinde olan bölgeler de öyle... Yemen'e gelince; zaten orada İslam yayılmış bulunuyordu. Yemen'in bütün bölgeleri ise, ancak Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifelerinin döneminde İslam'a sarılmışlardır... "Bir ülke, coğrafi bakımdan İslam ülkesine yakın olmakla ya da halkı arasında İslam dinini kabul etmiş kimseler vardır diye "darü'l-İslam" olarak nitelendirilemez." (İbn Kayyım el-Cevziyye, Ahkamu Ehli'z zimme, I, 366). İslam'ın egemen olmadığı her yer -daha önceleri istediği kadar uzun dönemler İslam'ın egemenliği altında kalmış olsun ve bu egemenliğin maddi. ve beşeri belgeleri istediği kadar çok bulunsun- İslam diyarı olarak nitelendirilemez. Olsa olsa buralarda bir zamanlar İslam egemen olmuştu, şu gördüğümüz maddi eserler ve onların soyundan gelen müslüman ismini taşıyan bu kimseler de onların kalıntılarıdır, denilebilir... İmam A'zam'ın üç şartından yola çıkılarak bugün için hiçbir İslam ülkesinin daru'l-harb şartlarını taşımadığını savunanlara karşı, bir zamanlar İslam diyarı olan beldelerin küfür diyarına dönüşüp dönüşmediklerini şöyle sıralamak mümkündür: 1) Bu ülkelerde İslam ahkamı değil, beşeri kanunlar ve hükümler yürürlüktedir. 2) Darü'l-harb'e hem siyasal ve ekonomik paktlarla, antlaşma ve sözleşmelerle, hem de coğrafi olarak bitişik ve iç içedir; 3) Bir zamanlar İslam diyarı olan bu ülkelerde insanlar, yani hem müslümanlar ve hem de kafirler İslam'ın emanı ile mi emindirler; yoksa tağutların İslam'ı yaşamayı yasak kılan ve en büyük cürüm sayan kanun ve hükümleriyle mi tehdit altındadırlar? Soru, ayrıca cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. (bk. M. Beşir Eryarsoy, İslam Devlet Yapısı, İstanbul 1988, 67 vd.)

İslam ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kafirlerin elinde bulunan ülkeler İslam ülkeleridir. İdareciler kafirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir. İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır. Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor... Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur. Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kafirlerde de olsa böyle bir ülke darü'l-İslam'dır..." İmameyn, kıyasa başvurarak "darü'l-harb, İslam ahkamının icrasiyle İslam ülkesi oluyorsa, İslam ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hakimiyeti ile darü'l-harp olması lazımdır, demektedir. İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hakimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hakimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir.

İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir. Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslam üstündür, ona üstünlük olmaz. " şeklindeki hadisi (Buhari, Cenaiz 79) delil almışlar; hakimiyeti "itibari" bir tarzda yorumlamışlardır. Onlara göre, istila edilmiş bir darü'l-İslam'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmiler bulunabilir ve o durumda orası darü'l-harb olmaz. Bu görüşe karşı çıkan fukaha ise; istila edilmiş, hakimiyeti elinden alınmış bir ülkede müslümanların mal ve can emniyetinin var olabilmesini imkansız görmüşlerdir. Kuşkusuz, müctehidlerin bu görüşlerine tesir eden tarihi şartlar mevcut olmuştur. Ondokuzuncu yüzyıldan sonra meydana gelen dünya ülkeleri konjonktüründe, iki büyük dünya savaşı ardından oluşan dengelerden sonra, İslam hukukunun bazı içtihatlarının aynen geçerli olması mümkün görülmemektedir. Nitekim, Ebu Hanife'den bir-iki asır sonra bile bu ictihadlar şöyle değerlendirilmiştir: "Zannediyorum ki, Ebu Hanife'nin bu şartı (Darü'l-harb'e bitişiklik) kendi zamanında müslümanların ehl-i şirkle cihadlarındaki vaki duruma dayanarak söylenmiştir. Darü'l-İslam ortasında bir ülke halkının irtidad edip de, vatandaş ve sultan tarafından orduların kuşatması olmaksızın orada kendilerini korur halde kalabilmeleri ona imkansız görünmüştür. Ama bu zamanda olanları; halkın cihada karşı "isteksizliğini" ve geri kalmaları onların işlerini yüklenen idarecilerin fesadını İslam ve "müslümanlara düşmanlıklarını", cihad ve cihadın gereklerine önem vermemeleri gibi durumları görseydi, böyle bir ülke hakkında Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşünü benimserdi."

İmam Ebu Hanife'nin, ictihadında "eman" kavramına yüklediği anlam çok geniştir. Ancak itibari olarak bir ülkede İslami hükümlerin yaşıyor olması, o hükümlerin kaynağının ve icrasının esas dayanağı olan hakimiyet anlayışını geçersiz kılamaz. Müslümanların sadece ibadet bölümünde muhtar kaldıkları, ukubat ve muamelat konularında karşı düşüncenin hukuk kurallarına bağlandıkları bir düzen görüşü, bu hususta laik-demokratik ve aynı zamanda da İslami ülke anlayışını çağrıştırmaktadır. "Şekk ile yakin zail olmaz" kuralından hareketle, "Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır" denilerek, belirli tarihi şartlarda hüküm verilebilse de, aynı ictihadın bugüne uygulanması mümkün görünmemektedir: Aksine; İmameyn, Maliki ve Hanbeli alimlerinin görüşleri tutarlıdır ve yukarda zikredilen çelişkiyi de ortadan kaldırmaktadır. Yani eğer bir darü'l-harb'te İslam uygulandığında orası darü'l-İslam oluyorsa bunun tersi de geçerlidir. Yani bir darü'l-İslam'da küfür ahkamı uygulanıyorsa artık orasının da darü'l-harb sayılması gerekmektedir. Diğer taraftan yeryüzünde istila ve işgal altında birçok İslam ülkesi bulunmaktadır ve böyle ülkelere hala darü'l-İslam diyebilen yerli ve yabancı (müsteşrik) hukukçular bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki; eğer bir İslam ülkesinde İslam ahkamı yürürlükten kaldırılmışsa, o ülkedeki müslümanların muhayyer bırakılmalarını beklemek en azından saflık olur. Yaşananların gösterdiği gerçek şudur: Hangi çağda olursa olsun, eğer ülkelerinde İslami hükümlerin tatbik ve kontrolü müslümanların ellerinden alınıp yerine beşeri ahkam geçirildiyse ve iktidar İslam'ın dışındaki bir güce verildiyse, artık o ülkede müslümanların rahat etmeleri, yani dinlerini bütün yönleriyle yaşamaları imkansızdır. Yani onlar asla karşı düşünce tarafından rahat bırakılmazlar. Ya zulüm görürler, ya yurtlarından çıkarılırlar, yahut kendileri de düzene uyumlulaştırılırlar. Oysa İslam'ın, başka herhangi bir hukuk düzeniyle uyuşması mümkün değildir. Bir başka deyimle,

"Siyer" adı altında kurumlaştırılan İslam devletler hukuku ile, çağdaş devletler hukuku arasında herhangi bir benzetme de yapılamaz. Darü'l harb kavramına bu bağlamda bakmak ve diğer İslami kavramlarla birlikte mütalaa etmek lazımdır. (Ayrıca bk. Darü'l-İslam).


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Bu kelime Dini bir Terimidir.

Sizde içinde Darü'l-Harb kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Darü'l-Harb kelimesi anlamı 27 defa okunmuştur. [241687] Darü'l-Harb kelime anlamı, Darü'l-Harb nedir, Darü'l-Harb ne demek, Darü'l-Harb sözlük anlamı

Paylaş