Edılle-I Ser'ıyye Nedir

Edılle-I Ser'ıyye Nedir ? Edılle-I Ser'ıyye Ne demek ?

1-)EDİLLE-İ ŞER'İYYE



Şer'i deliller, şer'i hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usul-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.

Edille-i Şer'iyye, yahut şer'i deliller, en genel anlamda İslam hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tabiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulaştıran şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifade eder.

Genel bir sınıflama ile şeri deliller, "Sem'i" ve "akli" olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Sem'i olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilave edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, "istishabu'l-hal", "istihsan", "mesalihu'l-mürsele", "örf", "sahabe sözü" ve "İslam'dan önceki şeriatler" gibi delillerdir.

Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlandırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gayr-i metlüvv" olur ki bu da Sünnettir.

Delilin vahiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icma", her müctehidin ferdi görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usul-i Fıkıh Dersleri, 20).

Aslında, Kur'an ve sünneti aslı ve sabit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahabi sözü, geçmiş şeriatler "fer'i" delillerdir (Sava Paşa, İslam Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).

Kitap

Kitap, İslam hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'an ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevatir olarak nakledilen, Cenab-ı Allah'ın sözü (kelamullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'an Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedrici olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkar küfürdür. Kur'an'ı en iyi bilen Rasulullah; sonra ashabıdır. Kur'an, İslam teşriinin (yasama) temelini teşkil eder. Kur'an'da dini hukuk sisteminin (şeriat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şatibi, el-Muvafakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslam teşriinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegane değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasulullah Veda Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasulünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalalete düşmezsiniz." Kur'an, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kur'an'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiili olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kur'an akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helal, ribanın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin batıl ya da fasit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .

Diğer taraftan, Kur'an'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki lian'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezai müeyyideler bunlar arasındadır. Kur'an'ın bu genel ifade (icmal) tarzının önemi, özellikle muamelat hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkan vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Mesela, Kur'an'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şura"dan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şura, istibdad ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.

Bütün bunlara rağmen, Kur'an nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kur'an'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasul'e itaat edin" (Al-u Imran, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve Ulu'l-Emr'e itaat edin. Bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisa, 4/59).

Kur'an'ın delil olması demek, Kur'an'ın hakkıyla bilinmesi demektir. Kur'an ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vakıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlakı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Cafer-i Sadık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'an'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek has ile delil getirdiler. Âyetin te'vilini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).

Kur'an'ın bütün ayetlerinin sübutu kat'idir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delaletleri her zaman kat'i olmaz. Bu bir kısım ayetlerin delalet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icma, kıyas olunca mukallidin ilmi, tarifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukallid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtar Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstanbul, 1982, I, 35).

Kur'an-ı Kerim'e "vahy-i metlüvv" da denilir. Kur'an'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lafzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lafızlar, manaya delaletleri itibariyle hass, amm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lafızlar, delalet ettikleri manaya zahir, hass, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delalet ederler. Kapalı tarzda delaletlerinde ise hafi, müşkil, mücmel, müteşabih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delalet ettikleri manada veya başka bir münasebetle olan manada açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakikat, mecaz, sarih, kinaye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delalet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibare", "Dal bi'l-işare", "Dal bi'd-delale", "dal bi'l-iktiza" diye ayrılırlar.

Kur'an hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akide, (itikadı hükümler), ahlak (ahlakı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muameleler" diye iki grupta ele alır. Kur'an'da hükümler ya külli, ya da icmali olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, iman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kur'an hem yasa koyar, hem hidayete erdirir, hem irşad eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslubu mu'cizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve ayetler hüküm koyarken iman ve ahlaktan ayrı değildir.

Kur'an'ın ahkam ayetleri daha ziyade Medeni surelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilaf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lafızların delaletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.

Rasulullah vefat ettiğinde Kur'an ayetleri vahiy katiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashabın hafızalarındaydı. Hz. Ebu Bekir Kur'an ayetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaf'tan Kur'an nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahabe, Kur'an ayetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir ayetle amel etmeden başka ayete geçmeyenler vardı. Sahabe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tabiin devrinden sonra ise her asırda Kur'an tefsiri o asırdaki ilmi-dini hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.

Sünnet

Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in Kur'an dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlaken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.

Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Mesela: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mace, Ahkam, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhari, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir.

Fiili sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhakeme usulü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhari, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.

Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahabenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahabinin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iade etmemesin Rasulullah'ın tasvibi gibi.

Sünnet, Kur'an'ın mücmelini beyan etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'an'dan sonra ikinci teşri' kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kur'an'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşri' kaynağıdır. Kur'an'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'an'a tabi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı alimler tarafından dini bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yasamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'an'a nisbetle ikinci derecede bir teşri' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'an'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.

İmam Şafii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allah'ın Kur'an'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir ayetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslam hukukçuları arasında ihtilaf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kur'an'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamber'in bağımsız bir yasama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'an'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'an'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'an'ın tefsiridir. "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasulullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).

Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur suresinin altmışüçüncü ayeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63). Kur'an'ın bütün delilleri, Rasulullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şatibi, el-Muvafakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, mesela "Kur'aniyyun" fırkası gibi sadece Kur'an kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra suresinin 78. ayetine istinaden günde iki rekat namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) ayetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilavet edilen vahiy) ki, bu, icazkar bir üsluba sahip olan kitab (Kur'an)dır. Vahy-i Mervi (rivayet olunan vahiy) ki, bu, icazkar üsluba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivayet edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den varid olan haber olup Allahu Teala'nın muradını açıklayıcı mahiyettedir. Kur'an-ı Kerim'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: "... Ta ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.'' Buna göre Allahu Teala nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'an'a itaat etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itaat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebu Zehra, İslam 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: Abdulkadir Şener, Ankara 1969, s.83).

Cumhur ulema sika ravinin rivayet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizatihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.

Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani ravilere göre mütevatir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hadisesinde de ihtilaf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilaf noktasıdır.

Mütevatir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevat tarafından rivayet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivayetlerdir. Namaz rek'atlarına dair haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır.

Meşhur sünnetler, Rasulullah'tan birkaç zatın rivayet ettiği, ikinci ve üçüncü hicri asırlardan beri tevatüren nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi. Bunları reddetmek fasıklıktır.

Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir raviden rivayet ettiği sünnettir. Tevatür derecesinde olmayan ravilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkarı bid'at'tır.

Mezheplerin sünnet tarifinde farklılıklar vardır:

Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukuki açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahabenin yaptıklarıdır" (Usulu's-Serahsı, I, 113). İmam Şafii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahabenin sünneti, Hz. Peygamber'in itikad, ibadet, ahkam esaslarıyla ilgili olarak Kur'an dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahabe ve Tabim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tabimin büyük alimleri Kur'an'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmran, 3/164; en-Nisa, 4/113; Cuma, 62/2; Ahzab, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şafii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivayetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Camiu'l-Beyani'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslam toplumunun ve islam devletinin oluşmasında amil olan en mühim faktördü. Sahabe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashab hadis rivayetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslam düşmanları hadis uydurdular. İhtilaflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mahiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebu Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usulu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali hakkındaki rivayetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mes'ud'un rivayetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivayetlerde taassuba düşmüştür.

Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'i olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katade, İbn İshak'ı överken. Nesai onun kuvvetli olmadığını; Darekutni ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Malik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehadet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münakaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şatibi, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lamu'l-Muvakkıin).

Ebu Hanife ile İmam Malik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vahidi delil olarak kullanırken; Şafii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vahidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şaz'dır, reddedilmesi gerekir.

İmam Şafii, sünnetin ancak sünnetle neshini caiz bulur (er-Risale, 89). Gazzali, Kur'an ile sünnetin, sünnetle de Kur'an'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevatir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tabiin devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Malik Muvatta'ını, Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuaları ortaya çıkmıştır.

İcma '

İcma' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'i hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, halk tabakasının, şer'i bir konudaki ittifak ya da ihtilafları muteber değildir (Mehmet Şener, İslam Hukukunda Örf, s.34-35).

İcma', İslam hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'an ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen ayet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisa, 4/115) mealindeki ayet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalalet) birleşmez" (İbn Mace, Fiten, 18) mealindeki hadistir.

İcma herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icma'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir. İslam hukukçularının, şer'i bir dayanak olmaksızın keyfi bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez. Bu sebepledir ki, sonraki İslam hukukçuları, bir konudaki icma'ı öğrenmek istediklerinde, o icma'ın delilini değil, böyle bir icma'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar. Diğer bir ifadeyle, icma'ın şer'i bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icma' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icma'ın muteberlik şartı değildir.

İcma', sözlü ve sukuti olmak üzere iki çeşittir. Sözlü icma' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir. Sukuti icma ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyan edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir.

Sözlü icma', İslam hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukuti icma'ın delil oluşu ihtilaflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s.29-41). Sonuç olarak söylemek gerekirse; icma'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslam hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icma'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır. Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icma'a varsa, aynı konuda ikinci bir icma'a imkan tanımamışlardır. Bununla birlikte, Sahabe icma'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dini meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muamelat hukuku sahasında ikinci bir icma'a imkan tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir. Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur. Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahanın ittifakı esastır" der. Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhalefet etse icma' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usul fi Şerhi Mirkatü'l-Usul, İstanbul 1307, 1I, s.50).

İcma', nakli ve tabii bir kaynaktır. Rasulullah'ın vefatından sonra ümmet, işlerini Kur'an'ın koyduğu kurala göre "şura ile" yürüttü, dalalet üzerinde olmadılar. İcma', sarih, sukuti ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sarih icma' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icra etmek zorunludur. Sukuti icma'da bağlayıcılık kesin değildir. Üçüncü icma' şekli caiz değildir.

İcma'ı huccet sayan fukaha, icma'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Malikiler icma'ın sadece Medine fukahasına ait olduğunu, Şafiiler İslam alemindeki bütün alimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukuti icma'ı kabul etmektedirler. İbrahim b. Yesar en-Nazzam (ö.331) icma'ın huccet olmasını reddeder. Üzerinde icma' edilen hüküm kafi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icma' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Salih, a.g.e. 182).

Caferiler de, icma'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icma'ları reddederler.

Kıyas

Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır. Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Kur'an'da, ''Halbuki o haberi Rasul'e ve kendilerinden olan Ulu'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisa, 4/83) buyurulur.

Şer'i delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icma' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mahiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sabit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslam hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an caizdir. Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tayin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasulullah'ın onu övmesi kıyasa dair en önemli belgedir (Ebd Davud, Akdiye, 11; Tirmizi, Ahkam, 3 Haris b. Amr'dan rivayet etmişlerdir).

Şafii, kıyas ile ictihadı aynı manada kullanır (Şafii, Risale, s.66). Re'y ile kıyası aynı manada kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'an ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, a.g.e., s.19).

İslam hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sabit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir .

Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşeri ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesalih-i mürsele" gelir.

Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır. Nass varid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy asrında (h. 622-632) kıyas, Muaz hadisiyle sabit olmuş, kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır. Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, adeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler zann-ı galib ifade eder.

Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye layık olurdu" demiştir. Ebu Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir.

Hicri üçüncü yüzyılın sonlarında son sahabi olan Ebu't-Tufeyl Amir b. Vasila el-Leysi el-Kinanı'nin (öl. h. 100) vefatıyla tabiin dönemine giren İslam'ın ikinci asrında, İslam devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şeriatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Said b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah, Selman b. Yesar ile başlamıştır.

Etbaut-tabiin nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III. asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'an ve sünnetin tedvini, sahabe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelamın çıkışıyla ferdi-Sevri, Evzai veya cemai mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır. Şöyle ki:

İmam Ebu Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'an'ın zahir ve umumuna, meşhur sünnete muhalif olmaması, sahabe ve tabiinin ameline aykırı düşmemesi, ravinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, ravinin rivayet ettiği hadise aykırı amel etmemesi...

İmam Malik (93-179), Medine halkının ameline mütevatir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahabenin sözlerini delil sayar. Sahabi sözü içtihada müsaitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider.

İmam Şafii (150-204), icma'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu kıyasın Kur'an ve Sünnet temeline dayanması gerekir. İstihsan ve mesalih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şafii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir.

İmam Cafer es-Sadık'a (ö.147) göre sünnet, Hz. Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivayetlerini kapsar. Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahabe sözlerine tercih eder. Kıyası reddeder ve delil saymaz.

Rasulullah, "Ben en güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Malik, Muvatta, 211). Yönetim işinde, ashabıyla istişare etti. Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi. Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı. Sahabe döneminde "icma" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve adet de hukuki teşri'de kullanıldı. II. asır, tabiin devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icma'ı esas aldılar. Etbau't-tabiin ve müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı. Çoğu zaman her tabi kendi üstadının görüşünü delil aldı. Etbau't-tabiin ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf, maslahat v.b. deliller çıktı. Ebu Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahabe fetvası, İcma', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Malik'in, Kitab, Sünnet, sahabe fetvası, Medine icma'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve adet'di. İmam Şafii Kitab, Sünnet, sahabe icma'ı, sahabenin ihtilaflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.

mamiyye Kitab, Sünnet, icma', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu. Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler.

Şamil İA


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Sizde içinde Edılle-I Ser'ıyye kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Edılle-I Ser'ıyye kelimesi anlamı 10 defa okunmuştur. [250755] Edılle-I Ser'ıyye kelime anlamı, Edılle-I Ser'ıyye nedir, Edılle-I Ser'ıyye ne demek, Edılle-I Ser'ıyye sözlük anlamı

Paylaş