Ehl-I Sünnet Nedir

Ehl-I Sünnet Nedir ? Ehl-I Sünnet Ne demek ?

1-)EHL-İ SÜNNET



Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashabının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilaf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tabı olanlara ehl-i sünnet; onun sahabilerini adil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlaki ve beşeri tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslam hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve akide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemaat diye isimlendirilmiştir (Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisal kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'an-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akıbetini görün" (A/u İmran, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fatır, 35/43). Bu ayet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teala'nın kainatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslam tefekküründe "adet" kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslam toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usulünün esas alınması ve peygamberi usulü ittifakla takip eden sahabi cemaatının yolunun izlenmesidir. İslam toplumunun fikri ve ameli oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teala, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın ayetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helali Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

Kur'an farzı, vacibi tayin etme, helali, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasulünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasulünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nur, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mace, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dini bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dini hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helal kılmışsa onu helal bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebu Davud, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

İmran b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekat olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lanet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu ayeti okumuyor musun": "Rasulullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resul Şakikatu'l-Kur'an, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashaba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidayete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, adeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebu Davud, Sünne, 5).

Kur'an-ı Kerim'de de sahabiler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedi kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiin cemaatından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Teala'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhari, Fedailu's-Sahabe, 1). Sahabilerin Allah ve Rasulü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaat"ın, sahabiler ve tabiin cemaatı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tabı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaat ile beraberdir" (Tirmizi, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı naciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaat olduğunu söylemesi, cemaat'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivayette "cemaat" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilaf gördüğünüz zaman size 'sevadu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mace. Fiten. 8). Sevadu'l-a'zam: Sırat-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihaye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaata, sevadu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaat; ilk dönemde, sahabiler; sonraki dönemlerde ise salih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebu Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebu Hamza es-Sekkeri cemaatdır" der (Tirmizi, Fiten, 7). İmam Tirmizi şöyle der: Âlimler, cemaatı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaattir" (Tirmizi, Fiten, 7). Bu anlamıyla, alimler cemaatının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teala ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaatledir. Kim cemaatten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizi, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristani'nin tarifine göre "cemaat, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristani, el-Milel, 1, 47).

İslam tarihinde ilk defa cemaat kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemaa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol açtı. Sahabiler öldürülmüş, hilafet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikadı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki hilafet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyasi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslam kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslami nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahabilerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaatın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehai (96/714); Hasanü'l-Basri (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebu Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikadı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyasi ve itikadı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zalim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahluka itaat gerekmez" (bk. Buhari, Ahad, I; Müslim, İmare, 39; Ebu Davud, Cihad, 40, 87; Nesai, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'udi, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basri, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azabını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gaile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu'l-Basri Siyası otoriteyi elinde tutanların zalim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında alimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulu'l-Emre itaat edin" (en-Nisa, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulu'l-Emr'i alimler, fakihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslam ümmetinin manevi dinamiğini alimler, İslam hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azim, II, 303). Büyük günah (Kebair) işleyenlerin akibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vasil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahabileri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulat-ı Şia'yı (hulefa-ı raşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahabilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabilerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikame, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaa, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaa isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cema'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicri II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikame" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'at" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cema'a ve'l-asar" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanabile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cema'a" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebul-Leys es-Semerkandi (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islam cemaatının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaattır" (Ebu Davud, Sünne, I; Tirmizi İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hakim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivayet etmiştir. Hz. Ebu Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebu Davud, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashab-ı kiram ile tabiilerin yapmadığı ve şer'i delilin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akidelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Hariciler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcani, et-Ta'rifat, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevi şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkar, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen kati delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kainatın sonradan yaratıldığını kabul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fasid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Mesela: Allah Teala'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celal'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'attan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zaruriyat-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkar edilmesi, hilafsız küfürdür. Mesela: Bu alemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismanı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebu Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilafetlerini inkar eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binaen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf heva ve heveslerinden dolayı bir inkar niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zatı üzerinde zaid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkar eden Mu'tezile taifesi gibi cahil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şahidliklerinin kabul edileceğine dair icma vaki olmuştur. Halbuki bir kafirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkar ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikadı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaat mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arilerle Maturidilerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilafın genellikle lafzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkarı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahluk olduğunu ve Allah'u Teala'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek caiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilafeti dönemindedir.

Şehristani (549/1154) İslami fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hariciyye, ve Şia olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristani, a.g.e, 1, 15).

İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslami mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şia ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, batıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiinin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)'ın hilafeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hariciler başlangıçta bir siyasi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şia ise, bir Yahudi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şia'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkar edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslam'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecusi kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslam'a sokmaya çalışmıştır. Velayet, vesayet, ric'at, ilahı hak kavramlarını ilk defa İslam'a sokan bu şahıstır. Şia alimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şia ulemasından en-Nevbahti bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicri ikinci yüzyıldan itibaren İslam ülkelerinde yaygın hale gelen siyasi, dini, itikadı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akidesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basri (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akidesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebu Mansur-el-Maturidi (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'ari (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslami fırkaların ortaya çıkmasında siyasi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şia ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet alimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilafların çoğu, lafzidir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i amme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashab ve tabiinin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dini nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tabiinin görüşü bulunmayan bazı itikadı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti amme adı verildi. Eş'ariyye ve Maturidiyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam, s.97).

Ehl-i Sünnet alimleri; Başta İmam Eş'ari, İmam Maturidi olmak üzere, İmam Gazalı, Fahriddün er-Razı, Sadeddin Taftazani, Seyyid Ali el-Cürcani ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akidesini aklı ve nakli delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Maturidiyye ve Eş'ariyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Mesela İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istiva etti" (el-A'raf, 7/154) ayetinin tefsirinde: "İstiva malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubi, Tefsir, V11,217-218). İmam Maturidi ve Eş'ari'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i amme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşabih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

Maturidiler ile Eş'ariler arasında da bazı lafzi ihtilaflar vardır. Bu ihtilafları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyasi fıkhı ve itikadı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Mesela; Fıkhi, ameli konularda Sünnilerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikadı konularda Maturidi'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafii ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'ari, Hanbeliler ise genelde Selefidirler.

Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel, Maturidi, Eş'ari, Ebu Bekr el-Bakıllanı, Abdulkadir el-Bağdadi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzali, Fahreddin er-Razi ve Nasıruddin el-Beyzavi gibi alimler, ehl-i sünnetin önde gelen simalarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı alimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassa mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslam aleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'ari veya Maturidi diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkadir el-Bağdadi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelam alimleri,

2- Sevri, Evzai, Davud ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat alimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerri Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdadı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

İslam dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnilik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslam'ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

Cabir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivayete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu ayeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'am, 6/153) (İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimi, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahavi, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zahiren ve batınen budur. Tefrika görüşlerden, merdud mezheplerden, müşebbihe, mutezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalalete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet alimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahavi, Şerhu akiteti't- Tahaviyye, 586-588).

>>>>>


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Bu kelime Dini bir Terimidir.

Sizde içinde Ehl-I Sünnet kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Ehl-I Sünnet kelimesi anlamı 16 defa okunmuştur. [241762] Ehl-I Sünnet kelime anlamı, Ehl-I Sünnet nedir, Ehl-I Sünnet ne demek, Ehl-I Sünnet sözlük anlamı

Paylaş