Sapka Nedir

Sapka Nedir ? Sapka Ne demek ?

1-)ŞAPKA



Başa giyilen başlık anlamında latince "cappa"dan alınma bir kelime. Günümüzde, erkek ve kadınların sokağa çıkarken gerek süs olarak, gerekse yağmur ve güneşten başlarını korumak gayesiyle giydikleri başlığın genel adıdır. Bununla birlikte, şapkaya benzediğinden, ocak ve soba borularının tepesine konulan ve rüzgarın dumanı içeriye doğru savurmasına engel olan sac külahlara da şapka denilmektedir. Aynı şekilde, gemi direğinin tepesindeki tekerlekçiğe ve yazıda, harfi uzatma veya inceltme amacıyla kullanılan işarete de şapka denildiği bilinmektedir.

Erkek şapkaları çeşit çeşittir; kasket, fötr, silindir, melon, bere, hasır, panama vb. Kadın şapkaları ise, modaya göre yıldan yıla değişiklik gösterir (muhtelif devirlere ait erkek şapkalarıyla değişik kadın şapkaları için bak: Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818; Okyanus Türkçe Sözlük, 111, 2712).

İnsanlar, tarihin ilk çağlarından itibaren çeşitli şapkalar (başlıklar) giymişlerdir. XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra pek çok çeşidi olan şapkalar, yukarda yazıldığı şekilde standartlaştı. Osmanlı Türk toplumunda başlığın özel bir yeri vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli memurlar kırk üç çeşit farklı serpuş (başlık) giyiyorlardı. Hiç kimse kendisine ait olmayan rengi ve şekli kullanamazdı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi başlıklarından tanımak mümkündü. Ordu mensuplarının başlık çeşidi altmış üç idi. Yeniçeri ağasından en basit ere kadar bütün rütbeliler başlıklarından tanınabilirdi. Din adamları on altı, halk ise yirmi dört değişik serpuşa sahipti. Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar, müslümanlarla gayr-i müslimlerin birbirinden ayrılması için giyimleri, bu arada giydikleri başlıklar farklı farklıydı (M. Z. Pakålın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 111, 188; Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Osmanlı devletinin nüfusunu teşkil eden müslümanlarla gayr-i müslimlerin, yalnızca giydikleri başlıklar değil, ayakkabılarına varıncaya kadar tüm kıyafetleri biri birlerinden farklıydı. Bu durum, Osmanlı devletinin yıkılması ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasına kadar - tedrici olarak bir takım değişiklikler olmasına rağmen - devam etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra, bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dini kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka geliyordu. Çünkü Atatürk'e göre şapka batılı ve modern olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar, Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu'ya yaptığı bir gezide, elinde Panama şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka olduğu halde halka şöyle seslendiğini görüyoruz:

"Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!

Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız! Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca götürüyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur..." (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67).

M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılabından asla taviz vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini bildirmiştir. Akşamleyin Ankara'ya döndüğünde, kendisini karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül 1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getiren 2413 no'lu kararnameyi çıkarır. Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun Teşkilatı Esasiye Kanununa (Anayasa) aykırı olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı "Şapka İktisası Hakkında Kanun" 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu üç maddeden oluşmaktadır:

1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet meneder.

2- İş bu kanun, yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.

3- İş bu kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak. Bekir Sıtkı Yalçın - İsmet Gönülal, Atatürk İnkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, 99 vd.).

Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle karşılaştı. Yasa T.B.M .M .'nde kabul edildiği gün Erzurum'da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane'de yasayı protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere katıldığı ileri sürülen birçok kişi İstiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan biri de İskilipli Atıf Hoca'dır. Aslında Atıf Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettigi "Frenk Mukallitligi ve Şapka" adlı risalesinden dolayı Ankara İstiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4 Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve İslam, IXX, Çile Yayınevi, İstanbul).

1939'da Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesiyle şapkadan başka başlık giymeyi alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim yasaları gibi 671 sayılı yasanın Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).

Şapka giymenin fikhi hükmü:

Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram değildir. Zaten hiç bir İslam alimi, onun bizatihi haram olduğunu iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve hakikaten gayr-i müslimlerin dini kıyafeti olduğu dönemlerde, hemen hemen tüm İslam alimleri tarafından giyilmesine karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre kafir ya da günahkar kabul edilmişlerdir.

Biliyoruz ki, İslam dininde bir şeyin kesin olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse keyfi olarak, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal sayamaz. Ancak, hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda İslam alimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.

Bu noktadan hareketle Kur'an-ı Kerim'i incelediğimizde, ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm göremeyiz. Lakin Cenab-ı Allah'ın, mü'minleri sürekli olarak inanç ve davranış bakımından kafirlere benzemekten sakındırdığını görebiliriz .

O halde İslam alimlerinin şapka hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? İslam din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)'in, sürekli olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasulüllah (s.a.s): Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir" (Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve "Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir" (Tirmizi, İsti'zan, 7) buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kafirlere benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasulüllah (s.a.s)'in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların, zamanla dejenere olarak İslam'dan uzaklaşmaları ya da ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resulü; "Kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar" gerçeğini çok iyi biliyordu.

Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen "teşebbüh" kelimesi, yukarda görüldüğü gibi, tesadüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve isteyerek taklid etmeye çalışmasını ifade etmektedir. Yoksa bir gayr-i müslim, İslama girmek gibi bir niyeti olmaksızın, müslümanlara mahsus bir alameti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı gibi; "gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın, soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alametleri giyen bir müslüman da kafir sayılmaz" (Feteva-yı Hindiye, II, 276, Bulak 1310 h.). Hele hele kafirlerin şiarı olmayan bir takım kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse asla tekfir edilemez (Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifa, II, 522, İstanbul 1309 h.).

Ancak "Mecusilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını ve zimmilerin küfrün şiarından olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da hristiyan ve mecusilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır" (Şeyhzade, Haşiyetü Şeyhzade ala Tefsir el-Kadi el-Beydavi, I, 108, Matbaatü's-Sultaniyye, Dar'ül-Hilafe, 1282 h.; Ali el-Kari, Şerhu'l-Fıkhi'l-Ekber, 167. Mısır, 1323 h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, 118).

İslam dininde niyetler çok önemlidir. Hatta amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır. Bunun içindir ki İslam alimleri; "Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kafirdir" diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü itibariyle müslümanlara benzese de kafirdir. Kaldı ki, Allah'a, O'nun Resulüne ve sair dini zaruretlere iman ve itikadı olmadığı için, seve seve kafirlerin kendilerine mahsus alamet ve şiarlarını giyinmiş ve kabul etmiş olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.

Büyük fakihlerin ekserisi "Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alameti olan kalensöve yani şapkayı bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i küfürdür. Onun için bunu, ancak mecusilik, hıristiyanlık, yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zahir alametlerle batıni işlere istidlal ve onun üzerine hükm etmek aklen ve şer'an makbul ve mu'teber bir yoldur" diyorlar.

Fukahadan bazıları ise; "Mecusi, hıristiyan ve sair kafir milletlere mahsus ve onların kıyafet adeti olan kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman, onlara benzemiş ve onları taklid etmiş olduğu için günahkar olursa da kafir olmaz" diyorlar (İskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve İslam, İstanbul 1975, 21).

Haddizatında İslam'ın ilk dönemlerinde, Mekke'de yaşayan müslümanlarla müşriklerin kılık ve kıyafetleri biri birlerinden farklı değildi. Hicretin ilk yıllarında da Medine'de çoğunlukta olan yahudiler, ne adette, ne giyimde, ne de başka özel bir alamette müslümanlardan ayırdedilemezlerdi. Sonraları müslümanlar çoğalıp güçlendikten ve kendilerine cihad izni verildikten sonra, Rasulüllah (s.a.v)'ın direktifleri doğrultusunda, gerek adette gerekse kılık ve kıyafette gayr-i müslimlerden yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. Ki bu ayrılık o gün için bir zaruretti. Zira İslam ile küfür karşı karşıya gelmişti ve bunun için safların belirginleşmesi, netleşmesi gerekiyordu. Buna binaen müslümanlar, inançları ve davranışlarıyla kafirlerden ayrıldıkları gibi dış görünüşleriyle de onlardan ayrılmak durumundaydılar ve gayr-i müslimlerin kimlikleri niteliğindeki kıyafetlerini taşımaları yakışık almazdı. Müslümanların kendilerine has kimlikleri, kıyafetleri olmalıydı.

İşte bu şekilde, müslümanlar başlangıçta bizzat kendileri gayr-i müslimlere benzememeye özen gösterdikleri halde, kendi devletlerini kurup büyük bir güç haline geldikten sonra durum değişti. Bu sefer egemenlikleri altındaki zimmilere müslümanlardan farklı bir şekilde giyinme mecburiyeti getirdiler. Peygamberimizin vefatından çok sonra getirilen bu uygulamanın gerekçesi şuydu:

Bazı fıkıh kitaplarında Ömer İbn Hattab veya Ömer İbn Abdü'l-Aziz'den gelen rivayetlere dayanılarak, zimmilerin müslümanlardan kıyafetleriyle ayrılmalarının gerekli olduğu kaydedilmekte ve şöyle denilmektedir:

"Zimmiler, müslümanlarla içiçe olduklarından kendilerine müslüman muamelesi yapılmaması için onların tanınmaları gerekir. Mümkündür ki, onlardan birisi yolda aniden ölür ve bilinmeden namazı kılınarak müslüman mezarlığına gömülür" (Reddü'lMuhtar, İstanbul 1307, 111, 377).

Evet dikkatin ve sakınmanın elzem olduğu İslam fetihlerinin ilk çağlarında bu ayırım belki gerekliydi. Fakat yukardaki gerekçenin yeterli olduğu söylenemez. Zira hayatta iken ne Allah'a ne de Peygamberi'ne inanmayan, İslam ahkamından hiçbirini uygulamayan bir kimseye, ölümünden sonra ona müslüman muamelesi yaparak yıkamak, cenaze namazını kılmak ve İslam mezarlığına gömmek ona hiçbir yarar sağlamaz. Ona bu muameleyi bilmeden yapanlar da haliyle bu yaptıklarından sorumlu olmazlar.

Müslümanların kıyafetleriyle de gayr-i müslimlerden ayrılması gerektiği, hele şapka vb. alametlerin -zaruret hali hariç- asla giyilmemesi gerektiğini savunan merhum İskilipli Atıf Hoca'nın konuya yaklaşımı şöyledir:

"Her devletin alamet-i mahsusayı haiz bir çeşit bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Mesela bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle İngiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde, yalnız şanlı bayrağının alamet-i farikası ile onlardan ayrılır. Bu alameti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, adeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hiyanet-i vataniye, cinayeti ve ecnebi taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükm olunur. Bunun için medeni memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklid ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.

İşte bunun gibi "Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir" hadis-i şerifi ile müslümanların, şiar ve alamet-i küfürde gayri müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, haç ve sair küfür alameti giyen ve takınanların İslami milliyetten çıkıp kafirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükm ederler" (İskilipli Atıf Hoca, a.g.e, 24).

Unutmamak lazım ki, bir zamanlar şapkanın küfür alameti sayılması gibi "baş açık gezmek de kafirlerin adetlerinden sayılıyordu. Bugün ise baş açık dolaşmak müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Dolayısiyle küfür sayılmaz" (Ali el-Kari, Şerhu'ş Şifa", II, 522). Nitekim eskiden "başı açık dolaşan, sokakta yemek yiyen, sakalını tıraş etmiş veya müzik dinleyen kişilerin şahitliği de kabul edilmezdi. Günümüzde bu örf ve kurallar değişmiştir. Çünkü bu davranışlar zamanımızda yaygın bir alışkanlık halini almıştır" (Yusuf el Kardavi, İslam Hukuku Teori ve Pratik, İstanbul 1983, 179).

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zamana, mekana ya da örf ve adetlere bağlı olan hükümler; zamanın, mekanın yahut örf ve adetlerin değişmesine paralel olarak değişebilirler. Hakkında kesin ve açık nas bulunan, değişken bir dayanağa istinad etmeyen hükümler ise asla değişmezler. Bu hususu göz önünde bulundurarak şapkayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Binaenaleyh kafirleri taklid etme, onlara benzemeye özenme gibi bir niyet taşımaksızın şapkanın giyilmesinde bir sakınca yoktur. Ve ister dine dayalı olsun ister laik olsun, hiçbir yönetim, kendi vatandaşlarından herhangi bir zümreyi başka bir zümrenin dininden kaynaklanan örf ve adetlerini taklide zorlamaya hakkı yoktur.

Halid ERBOĞA


2-)

Başa giyilen başlık anlamında latince "cappa"dan alınma bir kelime. Günümüzde, erkek ve kadınların sokağa çıkarken gerek süs olarak, gerekse yağmur ve güneşten başlarını korumak gayesiyle giydikleri başlığın genel adıdır. Bununla birlikte, şapkaya benzediğinden, ocak ve soba borularının tepesine konulan ve rüzgarın dumanı içeriye doğru savurmasına engel olan sac külahlara da şapka denilmektedir. Aynı şekilde, gemi direğinin tepesindeki tekerlekçiğe ve yazıda, harfi uzatma veya inceltme amacıyla kullanılan işarete de şapka denildiği bilinmektedir.

Erkek şapkaları çeşit çeşittir; kasket, fötr, silindir, melon, bere, hasır, panama vb. Kadın şapkaları ise, modaya göre yıldan yıla değişiklik gösterir (muhtelif devirlere ait erkek şapkalarıyla değişik kadın şapkaları için bak: Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818; Okyanus Türkçe Sözlük, 111, 2712).

Insanlar, tarihin ilk çağlarından itibaren çeşitli şapkalar (başlıklar) giymişlerdir. XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra pek çok çeşidi olan şapkalar, yukarda yazıldığı şekilde standartlaştı. Osmanlı Türk toplumunda başlığın özel bir yeri vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli memurlar kırk üç çeşit farklı serpuş (başlık) giyiyorlardı. Hiç kimse kendisine ait olmayan rengi ve şekli kullanamazdı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi başlıklarından tanımak mümkündü. Ordu mensuplarının başlık çeşidi altmış üç idi. Yeniçeri ağasından en basit ere kadar bütün rütbeliler başlıklarından tanınabilirdi. Din adamları on altı, halk ise yirmi dört değişik serpuşa sahipti. Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar, müslümanlarla gayr-i müslimlerin birbirinden ayrılması için giyimleri, bu arada giydikleri başlıklar farklı farklıydı (M. Z. Pakålın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 111, 188; Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Osmanlı devletinin nüfusunu teşkil eden müslümanlarla gayr-i müslimlerin, yalnızca giydikleri başlıklar değil, ayakkabılarına varıncaya kadar tüm kıyafetleri biri birlerinden farklıydı. Bu durum, Osmanlı devletinin yıkılması ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasına kadar - tedrici olarak bir takım değişiklikler olmasına rağmen - devam etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra, bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dini kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka geliyordu. Çünkü Atatürk'e göre şapka batılı ve modern olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar, Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu'ya yaptığı bir gezide, elinde Panama şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka olduğu halde halka şöyle seslendığını görüyoruz:

"Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!

Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız! Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca götürüyor. Isterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur..." (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, Istanbul 1981, X, 67).

M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılabından asla tavız vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini bildirmiştir. Akşamleyin Ankara'ya döndüğünde, kendisini karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).

Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül 1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getiren 2413 no'lu kararnameyi çıkarır. Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun Teşkılatı Esasıye Kanununa (Anayasa) aykırı olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı "Şapka Iktisası Hakkında Kanun" 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu üç maddeden oluşmaktadır:

1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet meneder.

2- Iş bu kanun, yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.

3- Iş bu kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak. Bekir Sıtkı Yalçın - Ismet Gönülal, Atatürk Inkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, 99 vd.).

Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle karşılaştı. Yasa T.B.M .M .'nde kabul edildiği gün Erzurum'da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane'de yasayı protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere katıldığı ileri sürülen birçok kişi Istiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan biri de Iskilipli Atıf Hoca'dır. Aslında Atıf Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettiği "Frenk Mukallitligi ve Şapka" adlı risalesinden dolayı Ankara Istiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4 Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islam, IXX, Çile Yayınevi, Istanbul).

1939'da Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddeşiyle şapkadan başka başlık giymeyi alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim yasaları gibi 671 sayılı yaşanın Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).

Şapka giymenin fikhi hükmü:

Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram değildir. Zaten hiç bir Islam alimi, onun bizatihi haram olduğunu iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve hakikaten gayr-i müslimlerin dini kıyafeti olduğu dönemlerde, hemen hemen tüm Islam alimleri tarafından giyilmesine karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre kafir ya da günahkar kabul edilmişlerdir.

Biliyoruz ki, Islam dininde bir şeyin kesin olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse keyfi olarak, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal sayamaz. Ancak, hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda Islam alimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.

Bu noktadan hareketle Kur'an-ı Kerim'i incelediğimizde, ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm göremeyiz. Lakin Cenab-ı Allah'ın, mü'minleri sürekli olarak inanç ve davranış bakımından kafirlere benzemekten sakındırdiğini görebiliriz .

O halde Islam alimlerinin şapka hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? Islam din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)'in, sürekli olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasulüllah (s.a.s): Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir" (Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve "Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir" (Tirmizi, Isti'zan, 7) buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kafirlere benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasulüllah (s.a.s)'in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların, zamanla dejenere olarak Islam'dan uzaklaşmaları ya da ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resulü; "Kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar" gerçeğini çok iyi biliyordu.

Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen "teşebbüh" kelimesi, yukarda görüldüğü gibi, tesadüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve isteyerek taklıd etmeye çalışmasını ifade etmektedir. Yoksa bir gayr-i müslim, Islama girmek gibi bir niyeti olmaksızın, müslümanlara mahsus bir alameti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı gibi; "gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın, soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alametleri giyen bir müslüman da kafir sayılmaz" (Feteva-yı Hindiye, II, 276, Bulak 1310 h.). Hele hele kafirlerin şiarı olmayan bir takım kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse asla tekfir edilemez (Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifa, II, 522, Istanbul 1309 h.).

Ancak "Mecusilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını ve zimmilerin küfrün şiarından olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da hristiyan ve mecusilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır" (Şeyhzade, Haşiyetü Şeyhzade ala Tefsir el-Kadi el-Beydavi, I, 108, Matbaatü's-Sultaniyye, Dar'ül-Hilafe, 1282 h.; Ali el-Kari, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 167. Mısır, 1323 h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, Istanbul 1983, 118).

Islam dininde niyetler çok önemlidir. Hatta amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır. Bunun içindir ki Islam alimleri; "Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kafirdir" diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü itibariyle müslümanlara benzese de kafirdir. Kaldı ki, Allah'a, O'nun Resulüne ve sair dini zaruretlere iman ve itikadı olmadığı için, seve seve kafirlerin kendilerine mahsus alamet ve şiarlarını giyinmiş ve kabul etmiş olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.

Büyük fakihlerin ekserisi "Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alameti olan kalensöve yani şapkayı bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i küfürdür. Onun için bunu, ancak mecusilik, hıristiyanlık, yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zahir alametlerle batıni işlere istidlal ve onun üzerine hükm etmek aklen ve şer'an makbul ve mu'teber bir yoldur" diyorlar.

Fukahadan bazıları ise; "Mecusi, hıristiyan ve sair kafir milletlere mahsus ve onların kıyafet adeti olan kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman, onlara benzemiş ve onları taklıd etmiş olduğu için günahkar olursa da kafir olmaz" diyorlar (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islam, Istanbul 1975, 21).

Haddizatında İslam'ın ilk dönemlerinde, Mekke'de yaşayan müslümanlarla müşriklerin kılık ve kıyafetleri biri birlerinden farklı değildi. Hicretin ilk yıllarında da Medine'de çoğunlukta olan yahudiler, ne adette, ne giyimde, ne de başka özel bir alamette müslümanlardan ayırdedilemezlerdi. Sonraları müslümanlar çoğalıp güçlendikten ve kendilerine cihad izni verildikten sonra, Rasulüllah (s.a.v)'ın direktifleri doğrultusunda, gerek adette gerekse kılık ve kıyafette gayr-i müslimlerden yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. Ki bu ayrılık o gün için bir zaruretti. Zira Islam ile küfür karşı karşıya gelmişti ve bunun için safların belirginleşmesi, netleşmesi gerekiyordu. Buna binaen müslümanlar, inançları ve davranışlarıyla kafirlerden ayrıldıkları gibi dış görünüşleriyle de onlardan ayrılmak durumundaydılar ve gayr-i müslimlerin kimlikleri niteliğindeki kıyafetlerini taşımaları yakışık almazdı. Müslümanların kendilerine has kimlikleri, kıyafetleri olmalıydı.

Işte bu şekilde, müslümanlar başlangıçta bizzat kendileri gayr-i müslimlere benzememeye özen gösterdikleri halde, kendi devletlerini kurup büyük bir güç haline geldikten sonra durum değişti. Bu sefer egemenlikleri altındaki zimmilere müslümanlardan farklı bir şekilde giyinme mecburiyeti getirdiler. Peygamberimizin vefatından çok sonra getirilen bu uygulamanın gerekçesi şuydu:

Bazı fıkıh kitaplarında Ömer Ibn Hattab veya Ömer Ibn Abdü'l-Azız'den gelen rivayetlere dayanılarak, zimmilerin müslümanlardan kıyafetleriyle ayrılmalarının gerekli olduğu kaydedilmekte ve şöyle denilmektedir:

"Zimmiler, müslümanlarla içiçe olduklarından kendilerine müslüman muamelesi yapılmaması için onların tanınmaları gerekir. Mümkündür ki, onlardan birisi yolda aniden ölür ve bilinmeden namazı kılınarak müslüman mezarlığına gömülür" (Reddü'lMuhtar, Istanbul 1307, 111, 377).

Evet dikkatin ve sakınmanın elzem olduğu Islam fetihlerinin ilk çağlarında bu ayırım belki gerekliydi. Fakat yukardaki gerekçenin yeterli olduğu söylenemez. Zira hayatta iken ne Allah'a ne de Peygamberi'ne inanmayan, Islam ahkamından hiçbirini uygulamayan bir kimseye, ölümünden sonra ona müslüman muamelesi yaparak yıkamak, cenaze namazını kılmak ve Islam mezarlığına gömmek ona hiçbir yarar sağlamaz. Ona bu muameleyi bilmeden yapanlar da haliyle bu yaptıklarından sorumlu olmazlar.

Müslümanların kıyafetleriyle de gayr-i müslimlerden ayrılması gerektiği, hele şapka vb. alametlerin -zaruret hali hariç- asla giyilmemesi gerektiğini savunan merhum Iskilipli Atıf Hoca'nın konuya yaklaşımı şöyledir:

"Her devletin alamet-i mahsusayı haiz bir çeşit bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Mesela bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle Ingiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde, yalnız şanlı bayrağının alamet-i farikası ile onlardan ayrılır. Bu alameti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, adeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hiyanet-i vataniye, cinayeti ve ecnebi taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükm olunur. Bunun için medeni memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklıd ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.

Işte bunun gibi "Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir" hadis-i şerifi ile müslümanların, şiar ve alamet-i küfürde gayrı müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, haç ve sair küfür alameti giyen ve takınanların Islami milliyetten çıkıp kafirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükm ederler" (Iskilipli Atıf Hoca, a.g.e, 24).

Unutmamak lazım ki, bir zamanlar şapkanın küfür alameti sayılması gibi "baş açık gezmek de kafirlerin adetlerinden sayılıyordu. Bugün ise baş açık dolaşmak müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Dolayısıyle küfür sayılmaz" (Ali el-Kari, Şerhu'ş Şifa", II, 522). Nitekim eskiden "başı açık dolaşan, sokakta yemek yiyen, sakalını tıraş etmiş veya müzik dinleyen kişilerin şahitliği de kabul edilmezdi. Günümüzde bu örf ve kurallar değişmiştir. Çünkü bu davranışlar zamanımızda yaygın bir alışkanlık halini almıştır" (Yusuf el Kardavi, Islam Hukuku Teori ve Pratik, Istanbul 1983, 179).

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zamana, mekana ya da örf ve adetlere bağlı olan hükümler; zamanın, mekanın yahut örf ve adetlerin değişmesine paralel olarak değişebilirler. Hakkında kesin ve açık nas bulunan, değişken bir dayanağa istinad etmeyen hükümler ise asla değişmezler. Bu hususu göz önünde bulundurarak şapkayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Binaenaleyh kafirleri taklıd etme, onlara benzemeye özenme gibi bir niyet taşımaksızın şapkanın giyilmesinde bir sakınca yoktur. Ve ister dine dayalı olsun ister laik olsun, hiçbir yönetim, kendi vatandaşlarından herhangi bir zümreyi başka bir zümrenin dininden kaynaklanan örf ve adetlerini taklıde zorlamaya hakkıyoktur.


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?

Bu kelime Dini bir Terimidir.

Sizde içinde Sapka kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Sapka kelimesi anlamı 23 defa okunmuştur. [242555] Sapka kelime anlamı, Sapka nedir, Sapka ne demek, Sapka sözlük anlamı

Paylaş