M Metin Kaplan Kimdir ?

M Metin Kaplan Biyografisi

M Metin Kaplan Kimdir ? Biyografisi, Hayatı, Eşi, Nereli, Kaç Yaşında, Öldü mü ?

M Metin Kaplan : M. Metin Kaplan araştırmacı, yazar
Baba soyu; babaannesi Kafkas göçmeni (Çerkes), dedesi Kosova / Piriştina muhaciri (Arnavut), anne soyu; anneannesi Girit göçmeni, dedesi ise Trabzon Sürmeneli olan M. Metin Kaplan, 'Devlet-i Âli Osman' bakiyesi bir Türk olarak, 1954 yılı Şubat ayının çok soğuk bir kış günü, Samsun İli, Bafra İlçesi’nin Lengerli Köyü’nde, dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu… Aile büyükleri; "O sene, Türkiye'de kış mevsimi öyle soğuk geçmişti ki İstanbul Boğazı tamamen donmuştu" derler.
Dedesi, ismi ‘Mahmut’, babası ‘Metin’ olsun dedi. İkisi de ısrar ettiler, fakat sonunda uzlaştılar… Adı, Mahmut Metin oldu... ‘Ete kemiğe büründü, Mahmut Metin Kaplan olarak göründü.’
Babası, dört-beş yaşında iken okuma/yazma öğrettiği için M. Metin Kaplan ilkokula, altı yaşında başladı, fakat Lengerli Köyü’ndeki ilkokul ile evlerinin arası bir buçuk kilometre kadardı… O zamanlar kışlar da çok soğuk ve yağışlı geçerdi... Üşüterek hastalandı… Okula devam edemez oldu… Oysa okuma yazmayı askerde, ‘Ali Okulu’nda öğrenmiş olan babası, çocuklarını mutlaka okutmak istiyordu… O sebeple ilçe merkezinde bir ev tuttu ve Kaplan ailesi kışları Bafra’da, yazları ise Lengerli Köyü’nde yaşamaya başladı.
M. Metin Kaplan yarı köylü, yarı kentli bir aileye mensup olarak ilköğrenimini Bafra Mithat Paşa İlkokulu'nda, orta ve lise tahsilini ise Bafra Lisesi'nde tamamladıktan sonra, 1973/74 eğitim/öğretim döneminde Bursa İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi'ne girdi… Muhasebe ve Vergi Uzmanlığı eğitimi almaya başladı.
M. Metin Kaplan, Lise öğrencisiyken Ülkücü Dünya Görüşü ile tanışmıştı… “Türkeş’in tapusunda / Ülkücü oldu Ocağında. Mahmut Metin çiğ idi / Pişti, yandı Elhamdülillah”. Genç Ülkücüler Teşkilâtı Bafra Şubesi’nde önce İkinci Başkanlık, sonra da memur olan Başkan başka bir ile tayin edildiğinden vekâleten Başkanlık yapmıştı... O sebeple Akademi’ye başlar başlamaz Ülkü Ocakları Derneği Bursa Şubesine İkinci Başkan yapıldı… Fakat aynı görevi ikinci dönem ifa ederken, siyasî bir iftiraya uğradı; 1975 yılının 21 Temmuz günü, ‘siyasî-ideolojik sebeplerle bir kişiyi öldürmek ve bir kişiyi de yaralamak’ iddiasıyla tutuklandı… Ve Muhasebe ve Vergi Uzmanlığı öğrenimini dördüncü sınıfa başlayacakken, tamamlayamadan, bırakmak zorunda kaldı.
Bursa-İstanbul DGM-Bursa Mahkemeleri’nde yargılandı ve toplam 19 yıl 8 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı… Sırasıyla Bursa, İstanbul-Üsküdar-Paşakapısı, Bursa, Eskişehir, Afyon ve Bartın Hapishane’lerinde 10 yıl 5 ay 22 gün "çile" çekti… Bu sürenin her anını; ya ruhunu korumak için ibadet-dua ederek; ya aklını korumak için okuyarak; ya dünyadan kopmamak için televizyon seyrederek; ya da dinlenmek için uyuyarak geçirdi… Bu programı; annesinin ve babasının öldüğünü öğrendiği günlerde dahi uyguladığına ‘Taş Medrese’ arkadaşları şahittir… Ve ‘çilesi dolduğu’ için 1986 yılının 13 Ocak günü, Bartın Özel Tip Cezaevi’nden tahliye edildi.
Sabıkalıydı… Mesleği, işi ve/veya sermayesi yoktu… Hatta o cezaevindeyken önce annesi, sonra da babası vefat ettikleri için başını sokacağı bir evi bile bulunmuyordu… Ortada kala kalmıştı… Ve işsiz güçsüz ve parasız, fakat gönlü ve kafası büyük ideallerle dolu olarak, kısa bir süre Bafra'da ‘takıldı’ sonra ‘tahsilini tamamlamak’ bahanesiyle daha geniş maddî ve manevî imkânlara sahip olan Bursa'ya yerleşti… Başta kantincilik, kitapçılık ve radyo yayıncılığı olmak üzere çeşitli işlerle meşgul olduktan sonra, ömrü boyunca ve özellikle cezaevinde okuduklarıyla bunlardan çıkardığı sonuçları; mensubu olmaktan şeref duyduğu Türk Milleti ile paylaşmak için yazmaya karar verdi.
Fakat önce yarım kalan tahsilini tamamlamalıydı... 1988'de Uludağ Üniversitesi/İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü'ne başladı… 1994 yılında mezun oldu. O arada, Ortadoğu Gazetesi'nde aralıklarla toplam üç buçuk yıl köşe yazıları yazdı… Köşe yazmayı çok seviyordu, fakat büyük bir suç(!) işledi; peş peşe üç-dört yazı yazarak PKK’nın arkasında ABD’nin olduğunu ispatlamaya çalıştı… Köşesi ve kalemi elinden alındı, Ortadoğu Gazetesi’nden kovuldu!
Ancak baskılardan yılmadı, yazmaktan da vazgeçmedi... Kitaplar yazmaya başladı… Ve Teşkilat ve İdare (1992), Ülkücü Dünya Görüşü 1 (1996), Ülkücü Dünya Görüşü 2 (2000), Matruşka / Kurşun Adres Sormaz (2002), Corps / Sarı-Kırmızı-Yeşil (2004), Desise / Abdi İpekçi Suikastı (2005), Fent / Orgeneral Eşref Bitlis Suikastı (2012) başlıklı kitapları yayınlandı... Aralarda iki yıla yakın bir süre Haber Ajanda Dergisi’nde köşe yazıları yazdı.
Uz. Dr. Ayşe Girgin ile evli olan M. Metin Kaplan; Başak İdikut isimli biri kız ve Ahmedyesevi adlı biri erkek, iki çocuk babasıdır… Yazı hayatına, çok sevdiği Bursa'da; beş bin sahifelik Ülkücü Dünya Görüşü başlık ve konulu ansiklopedik bir kitap üstünde çalışmak suretiyle devam etmektedir.
E Posta Adresi: [email protected]

‘Sünbül, 12 Eylül döneminin en profesyonel suikastçısıydı’
Faruk Mercan, Zaman 25 Mart 2002
Hizbullah tarafından kaçırılıp öldürüldüğü iddia edilen; fakat bugüne kadar cesedi bulunamayan Mehmet Sünbül’ün 1980’lerde Türkiye’nin en profesyonel suikastçılarından biri’ olduğu öne sürüldü. Sünbül 12 Eylül’den sonra 10 yıl cezaevinde kaldı.
İstanbul polisinin 17 Ocak 2001 günü Beykoz’da yaptığı Hizbullah operasyonunda, ağır bir sorgudan geçirildiği gözlenen kasetler bulunan, ancak bugüne kadar cesedine rastlanamayan Nesim Malki cinayetinin sanıklarından Mehmet Sünbül ile ilgili çarpıcı bilgiler ortaya atıldı. Sünbül’ün de 1970’li yıllar ve 1980 döneminde saflarında yer aldığı ülkücü gençlerin cezaevi ile ilk tanışan isimlerinden olan Metin Kaplan’a göre, 1990 yılında cezaevinden çıkarılan Sünbül, PKK’ya karşı mücadele vermek üzere Batman’da kurulan üç Hizbullah kampında “imam” olarak görevliydi. Kaplan, Sünbül’ün 1999 Ekim ayında Hizbullah tarafından kaçırılmadığını, kendi isteği ile görüşmeye gittiği Hizbullah’ın lideri Hüseyin Velioğlu tarafından alıkonunca yeğenini rehin bırakarak kurtulmayı başardığını öne sürüyor. Kaplan, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, ideolojik nitelikli ilk cinayet olaylarının birinden sorumlu tutuldu ve 21 Temmuz 1975’te cezaevine konuldu. Bu dönemde Kaplan, Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde, Sünbül ise Bursa Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciydi. Sünbül, 12 Eylül 1980 müdahalesinin hemen ertesinde cezaevine girdi.
İdam cezası aldı
Biri, Dev–Sol elemanlarından Demir Yaraşık’ın öldürülmesi olmak üzere iki ayrı cinayetin faili olarak aranıyordu. Sünbül, 12 Eylül müdahalesinden sonra askere gitmek için Bursa’da askerlik şubesine başvurduğunda gözaltına alındı ve cezaevine konuldu. Sünbül, yargılanarak iki cinayet olayından iki ayrı idam cezası aldı. Metin Kaplan, 10 yıl, beş ay, 22 gün tutuklu kaldıktan sonra 1986’da tahliye olurken, Sünbül hâlâ cezaevindeydi.
Yakın dönemde üç yıl boyunca Ortadoğu gazetesinde köşe yazarlığı da yapan Metin Kaplan, Sünbül’ün 12 Eylül dönemi ve sonrasındaki macerasını yeni çıkardığı “Matruşka” kitabında anlattı. Kaplan’a göre Sünbül, 1980’lerde Türkiye’nin en profesyonel suikastçılarından biriydi. Silahı kurbanının kafasına dayar, tetiği öyle çekerdi. Çok iyi bıçak ve şiş kullanan Sünbül, Bursa Heykel’de insan kalabalığı içinde karşıdan gelen kişiyi yanından geçerken şişleyince kurban yere yığıldı ve öldü. Hiç kan akmadığından hastanede otopsi yapılana kadar kurbanın kalp krizinden öldüğü zannedildi. Kaplan, cezaevi günlerinde ülkücü saflardan uzaklaşan ve “Milliyetçi miyiz, Müslüman mıyız?” kitabını yazan Sünbül’ün, cezaevinde bir istihbarat görevlisi ile tanıştığını ve onun yardımıyla 1990’da Gaziantep Cezaevi’nden tahliye olduğunu söylüyor. Kaplan’a göre Sümbül tahliyesinden sonra, Türk Hizbullahı’nın Batman’ın Gercüş ilçesindeki Sekü, Gönüllü ve Çiçekli kamplarında imamlık yaptı. Oysa, iki idam cezasından dolayı 1980’den 1999’a kadar 20 yıl cezaevinde kalması gerekiyordu ve dokuz yıl erken tahliye edildi. Üstelik, Bursa Cezaevi’nde yatarken 5 Ağustos 1989 günü firar teşebbüsünde bulunmuş ve bu suçtan Bursa 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 17 Şubat 1992 tarihinde bir yıl, 40 gün hapis cezası almıştı. Yargıtay’ın 23 Şubat 1993’te onaylayarak kesinleştirdiği bu cezanın uygulanması ve Sünbül’ün önceki infazlarının yanması gerekiyordu. Ancak bu cezalar Sünbül’e uygulanmadı.
Sünbül, Diyarbakır, Batman ve Mardin’deki faaliyetlerden sonra, Hizbullah’ın bilgi–işlem merkezinin taşındığı Adana, Mersin ve Konya’ya kadar Hizbullah’ın lideri Hüseyin Velioğlu’nun yanındaydı. Ancak Konya’da aralarında anlaşmazlık çıktı ve Sünbül, Velioğlu grubundan ayrılarak Bursa’ya geldi. Bursa’da ayrı bir Hizbullah cemaati kuran Sünbül, 1999 sonlarında Konya’daki kararğahını İstanbul’a taşıyan Hüseyin Velioğlu grubu tarafından kaçırılmadı. Sünbül, Nesim Malki cinayeti davasının görüldüğü İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 13 Eylül 1999 günü yapılan duruşmada tahliye edilmesinden 20 gün sonra, Hüseyin Velioğlu’ndan randevu alıp kendi isteğiyle görüşmeye gitti. Kaplan’ın anlatımında olay şöyle gelişiyor:
Yeğeni infaz edildi
Sünbül, Erol Evcil, Şükrü Elverdi ve Burhanettin Türkeş ile birlikte yargılandığı Nesim Malki cinayetini belirli bir para karşılığında Velioğlu liderliğindeki Hizbullah’ın üstlenmesini teklif ediyor, ancak bu teklifi reddediliyor. Ağır bir sorgudan geçirilip bütün mal varlığını devretmesi istenen Sünbül, mal varlığını satmak ve Konya’daki hisse senetlerini getirmek üzere İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan yeğeni Orhan Karaçöl’ü rehin bırakıp Velioğlu’nun elinden kurtuluyor. Bir daha dönmeyince de yeğeni Karaçöl onun yerine infaz ediliyor.
Kaplan, Sünbül’ün 13 Eylül 1999'da İstanbul DGM'ce tahliye edilmesinde “yardım” gördüğünü ima ediyor. Bir süre önce, ilginç istihbarat bilgileri yayınlamasıyla dikkat çeken bir internet sitesi, Sünbül’ün sağ olduğunu ve Yalova’da görüldüğünü öne süren bir haber yayınlamıştı. Buna karşılık Hizbullah’ın önde gelen isimlerinden Hacı İnan, sorgusunda, Sünbül’ü Velioğlu’nun talimatı üzerine kaçırdıklarını, Kartal’daki evde infaz edilip evin bahçesine gömüldüğünü belirtti. Polisin bu ev ve civarında yaptığı aramada Sünbül’ün cesedine rastlanamamıştı.

AKŞAM GAZETESİ’ne verdiği mülakat:
Necla BAYRAKTAR, Ocak 2006
Abdi ipekçi suikastı ilk defa eski bir ülkücünün kaleminden yazıldı. 10 yılını cezaevinde geçiren M. Metin Kaplan'ın 'Desise: Abdi İpekçi Suikastı' kitabının en dikkat çekici noktası, bugüne kadar adı hiç anılmamış bir ülkücü örgütlenmenin anlatılıyor olması: Antiterör Birliği...
Metin Kaplan eski bir ülkücü. Kitaplarıyla, 1970'lerdeki Türkiye hallerini romanlaştırıyor. Kitaplarını roman tarzında yazsa da, yaşanan gerçek olaylarla olan paralelliğini görmek son derece kolay. Kaplan, 'Desise: Abdi İpekçi Suikastı' kitabında da, cinayetin perde arkasını yazıyor. Kitabın tümü incelendiğinde, suikastın arkasında hangi istihbarat örgütlerinin bulunduğu, kimlerin başrolde olduğu görülüyor. Ülkücü camiadan birisinin böyle bir kitap yazması ise, bizzat ülkücüler içinde de tartışılıyor. Kimileri Kaplan'ın yaşananları deşifre ederek davasına ihanet ettiğini söylerken, kimileri de artık unutulması gereken olayları yeniden hatırlatmanın bir anlamı olmadığı görüşünde. M. Metin Kaplan'ın romanının baş karakterlerinin isimleri, gerçek hayattaki isimlere benzetilerek yayımlanmış. Örneğin Abdurrahman Çatal'ın, Mahmut Ahmet Ağaç'ın kim olduğunu anlamak hiç de zor değil. Kaplan, bunların dışındaki isimleri açıkça yazamadığını, aksi takdirde öldürülmekten korktuğunu belirtiyor. Kitap, bugün artık kısmen aydınlatılmış olaylara değinse de, içindeki ilginç bir detay, üzerinde durulması gereken bir konu. M. Metin Kaplan, bugüne kadar hiç deşifre olmamış ve Çatlı ile 15 arkadaşının kurduğu 'Antiterör Birliği' adını taşıyan örgütten burada bahsediyor. Kitabın bu bölümünün bir kurgu olmadığını, 1978-1980 tarihleri arasında faaliyetlerini sürdüren örgütün, deşifre olması durumunda 12 Eylül'ü hazırlayan kaos ortamının oluşmama ihtimalinin yüksek olduğunu belirtiyor ve ekliyor: "Ama birileri Antiterör Birliği'nin deşifre olmasına izin vermedi. Mücadele yöntemi olarak terörü seçen Çatlı ve arkadaşlarıyla olan görüş farklılıklarımız nedeniyle, onlar zaten camiadan uzaklaşmışlardı." Kaplan ile kitabındaki detayları konuştuk.
• Kitabı yazarken gerçekle kurgu arasındaki sınırı nasıl çizdiniz?
İki kaynaktan yararlandım. Bunlardan ilki İstanbul'daki Atatürk Kütüphanesi. İkinci kaynağım ise kendi şahit olduğum olaylardı. Kitapta anlatılan olaylara karışmış olan insanların birçoğu ile tanışıyorum. Bir kısmıyla aynı cezaevinde yatmışlığım var. Yaşanan bütün olayları, bir yap boz gibi düşündüm. Parçaları birleştirdikten sonra ortaya çıkan tabloyu da kitabıma aktardım. Romanımın büyük bir bölümü gerçek olaylardan alınmıştır. Sadece roman tarzına sadık kalabilmek adına bazı olayların, insanların kafasında da iyi canlanabilmesi için kurguyu kullandım
• Çatlı'yı tanıyor musunuz?
Çok yakın bir ilişkimiz olmamakla birlikte, tanışıklığım vardır. Bu konuda iddialı değilim. Kendisini benden çok daha iyi tanıyan insanlar da var elbette. 1976 senesinde tanıştım onunla.
• Görüşleriniz de yakın değildi galiba
Evet, kesinlikle. Dünya görüşlerimiz birbirine uymuyordu. Kendisi her ne kadar Ülkücü Gençlik Dernekleri'nde başkan yardımcılığına kadar tırmanmış olsa da mücadele metotlarımız örtüşmüyordu. Kendisi terörü bir metot olarak kabul ederek uyguluyordu. Üstelik bunları kendi değil, başkalarının adına yapıyordu.
• Kim o başkaları?
Sadece CIA demek mümkün değil. İpekçi suikastında CIA ile bir dirsek teması olsa da, sadece CIA için çalıştığını söylemek çok zor. İç ya da dış istihbarat örgütleriyle ilişkisi vardı. Çatlı, MiT'in elemanıydı. Bir şey yapsın ya da yapmasın maaşını alırdı teşkilattan.
• Sizin MİT'le bir ilişkiniz oldu mu?
Hayır. Onlar kimlerden faydalanacaklarını çok iyi bilirler. Genellikle dara düşmüş insanlardan faydalanırlar. Örneğin Çatlı, Hacettepe önünde yaşanan bir olayda polise silahlı mukavemetten tutuklandı. Ondan sonra da Hiram Abbas, 1977'de, onun MiT'te istihdam edilmesini sağladı.
• Mehmet Ali Ağca'yı tanıdınız mı?
1975'te cezaevine girdim. Onlar bizden sonra gelen ekiptir. Ağca'yla tanışmadım.
• Ağca'yı nasıl değerlendiriyorsunuz? İddia edildiği gibi piyon muydu?
Onun bir piyon olduğunu düşünmüyorum. Böyle adamlar tam anlamıyla, 'kesin inançlıdır'. Bilgi birikimleri çok fazladır. Ancak tek bir kaynaktan beslendikleri için, sorgulamadan ülkülerine inanıyorlar.
• Bu kitabı neden yazdınız?
Ben ülkücüyüm. Amacım ülkücü hareketin bir özeleştirisini yapmak veya ülkücü hareketi savunmak değil. Türkiye'de ABD emperyalizminin nelere kadir olduğunu göstermek istedim. ABD'nin etkinliklerini bildiğim kadarıyla deşifre edebilmek için yazdım.
• Ama anlattıklarınız ülkücü hareketi de deşifre ediyor...
Bu kitabın içinde de bilinmezler var. Herkesin istediği şekilde yorumlayacağı bölümler var. Bunlar nedeniyle ülkücü harekete de saldırılar olabilir. Ama benim amacım bunlar değil, elbette.
• Kitapta, İpekçi suikastından başka eylemleri de anlatıyorsunuz. Bunlar üç üniversite hocasına yapılan silahlı saldırılar. Söz konusu eylemler aydınlatılmış, failleri yakalanmış suikastlar mı?
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji ve Metodoloji Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay, Antiterör Birliği adı verilen ve Çatlı ile 10-15 arkadaşının kurduğu bir örgüt tarafından öldürüldüler. Bugüne kadar bu örgütün adı hiç geçmedi. Belki bu eylemler nedeniyle birileri yargılandı ve hatta ceza aldı. Ama gerçek suçlular hiçbir zaman bulunamadı. Bu bahsettiğim örgüt hiçbir zaman deşifre olmadı.
• Nedir bu Antiterör Birliği?
Bu örgütte kimlerin bulunduğunu, nasıl ortaya çıktığını anlatamam. Ama kitaptaki satır aralarından, insanlar bazı bilgilere ulaşabilirler. Sadece İstanbul'da çalışan Antiterör Birliği'nin bu üç profesörü öldürdüğünü biliyorum. Ama ben açık açık isim vererek anlatamam. Can güvenliğimden endişe duyduğum için bunları anlatamıyorum. Bu örgüt 1978 ile 1980 tarihleri arasında faaliyetini sürdürdü. Bu örgütün elemanlarının tamamı istihbarat örgütleri için çalışıyordu. Üyelerin bir kısmı da ülkücü hareket içinden devşirilmişti.
• Nasıl oldu da deşifre edilemedi?
Bunu tam olarak bilemiyorum. O dönemde bu örgüt çözülebilseydi, belki de 12 Eylül'ün önü kesilebilirdi. Her şeyi bunlar yaptı demiyorum elbette. Ama bu örgütün nasıl ortaya çıktığı, hangi ülkelerin istihbaratları tarafından desteklendikleri açıklığa kavuşsaydı, Ankara ya da başka şehirlerdeki benzer oluşumlar da çözülür ve ülke darbeyi hazırlayan şartlardan kurtulabilirdi. Zaten örgüt, 12 Eylül ile birlikte dağıldı.
• Bu örgütün varlığından sizin nasıl haberiniz oldu?
Bunu anlatamam. Ama anlattıklarımın tamamının doğruluğunu kanıtlayabilirim. Bunların 12 Eylül'ün taşlarını döşediğini söyleyebilirim.
• Bu yazdıklarınız nedeniyle tehdit ediliyor musunuz?
Gizli ya da açık tehditler alıyorum. Mesela son olarak gelen bir e-mail'de, "Bunları yazan M. Metin Kaplan, uyuyanlar uyandığında ne yapacak" diye soru yordu. Şunu bu camiada herkes bilir 'uyuyanlar' bir istihbarat terimidir. Onlar bazı çalışanlarını, dikkat çekmemek için yıllarca hareketsiz tutarlar. O gün geldiğinde de bu uyuyanlar normal yaşamlarını bırakıp, örgütün emirlerini yerine getirmek üzere harekete geçerler. Bu açıklar yanında, dost gibi yanıma gelen birisi bunları neden yazdığımı soruşturuyor.
• İki sene bu kitapla uğraştığınızı söylüyorsunuz. Size göre Abdi İpekçi neden öldürüldü?
İpekçi'nin tek bir amaçla öldürüldüğünü söylemek çok zor. Bu suikast, sadece Türkiye'ye bir mesaj vermek için yapılmadı. Yani o dönemde Yunanistan'ın NATO'ya tekrar girmesini veto eden Türkiye ve Ecevit'e bir uyarıdır bu. Ama tek neden de bu değildir. Nitekim, artık ABD'nin etkisiyle gerçekleştiği herkes tarafından kabul edilen darbenin hemen sonrasında bu vetonun, 16 Eylül'de kaldırılmış olması da bunun bir göstergesidir. Bu olay 12 Eylül'ün gelişini de kolaylaştırmıştır.
* Kitabın anlaşılabilmesi için önce şifresinin çözülmesi gerekiyor. Neden gerçek isimleri kullanmadınız?
Bütün bunları yazabilmenin başka bir yolunu bulamadım. O yaşananlar başka türlü yazılamazdı. Zaten tamamı hayali isimlerden oluşmuyor. Çoğunlukla gerçek isimlerdir kitaptakiler.
• Hangi ismi değiştireceğinize karar verirken neyi kriter olarak aldınız?
Bunu yaparken dikkate aldığım tek konu ailemin ve kendimin can güvenliğidir.
• Bütün bunları yazmanızdan dolayı, "Davayı satıyorsun" diyerek kızan oluyor mu?
Çok kızıyorlar. Şunu açıkça söyleyebilirim ki, beni tamamen camiadan soyutladılar. Çok yakın ülkücü arkadaşlarım, son derece açık bir şekilde eleştirdiler beni. Bunları deşifre etmemem gerektiğini farklı yollarla anlatmaya çalıştılar.

Çatlı'nın arkadaşı İpekçi cinayetini anlattı..
Milli Gazete 13 Ocak 2006
Abdullah Çatlı’nın arkadaşı eski Ülkücü M. Metin Kaplan son kitabı Desise’de Abdi İpekçi suikastını sorguluyor. İşte M. Metin Kaplan'la yapılan röportaj...
Abdullah Çatlı’nın arkadaşı eski Ülkücü M. Metin Kaplan son kitabı Desise’de Abdi İpekçi suikastını sorguluyor
‘İpekçi suikastı çok amaçlıydı’
Abdi İpekçi suikastının iki amacı var. Yunanistan NATO’nun askeri kanadından çekilmişti. Yeniden geri dönmesi isteniyordu. Böyle bir dönemde Türkiye de veto kartını kullanarak, Yunanistan’ın dönmesini engelliyordu. Halbuki, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi ABD açısından çok önemliydi. Çünkü daha önce de Fransa NATO’nun askeri kanadından çekilmişti. NATO’nun iki önemli üyesi, askeri kanattan çekilmiş ve bu arada Afganistan Sovyet işgaline uğramış. İran’da Humeyni gelmiş. NATO ise zor duruma düşmüştü. ABD o dönemde dış politikada sıkıntılıydı.
Bu suikastta tek bir amaç olduğunu söylemek doğru olmaz. Yunanistan’ın NATO’ya alınması için yapılan baskılar doğrultusunda bu olayı değerlendirmek gerekir. Suikast sadece hükümete mesaj vermek amacını da taşımıyordu. Ecevit Hükümeti yapılan bütün baskılara rağmen veto kartından vazgeçmiyor. Aynı zamanda Sivas, Erzincan, Malatya ve Maraş olayları yaşanıyor. Karşı taraf da bu konuda ne kadar kararlı olduğu mesajını vermek için o dönemde Başbakan olan Ecevit’in akıl hocası konumundaki, Abdi İpekçi’yi hedef aldı.
Mehmet Ali Ağca’nın hukuka uygun olarak tahliye edilip edilmediği tartışılıyor. Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’nin katili olarak hüküm giyen Mehmet Ali Ağca, hapisten kaçtıktan sonra Papa II’nci Jean Paul’ü vurdu ve İtalya’da tutuklandı. Burada 20 yıl hapis yattı. Ardından Türkiye’ye iade edildi. Türkiye’de de 5.5 yıl hapis yatan Ağca Kurban Bayramı’nın üçüncü günü serbest bırakıldı. Bu tahliye kamuoyunda büyük tartışmalara neden oldu ve ciddi eleştiriler yapıldı. Abdullah Çatlı’yı tanıyan ve o dönemde ülkücü hareketin içinde bulunan Yazar M. Metin Kaplan, ‘Desise: Abdi İpekçi Suikastı” (Selis Yayınevi) isimli bir kitap yazdı. Hatıralarını ve yaptığı araştırmaları okuyucu ile paylaşan Kaplan 1973 yılında Bursa İktisadi ve İdari Bilimler Akedemisi’ni kazandı. Burada okurken, 1975 yılının 21 Temmuz günü, siyasi ve ideolojik sebeplerle bir kişiyi öldürmek ve bir kişiyi yaralamak gibi nedenlerle 10 yıl cezaevinde kaldı. 1986 yılında tahliye oldu ve hatıralarını kitaplaştırdı. 1987 yılında Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ne girdi. 1994’te mezun oldu. Ortadoğu Gazetesi’nde 3.5 yıl yazarlık yaptı. Kaplan’ın bugüne kadar Teşkilat ve İdare, Ülkücü Dünya Görüşü(1-2), Matruşka/Kurşun Adres Sormaz, ve Corps/Sarı-Kırmızı-Yeşil isimli kitapları yayınlandı.
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979 yılında öldürüldü. Bu cinayetin ardından Mehmet Ali Ağca tutuklandı ve suçlu bulundu. Ağca daha sonra Papa suikastı gerçekleştirdi. Bütün bunların ardından Ağca, yaklaşık 25 yıllık bir hapis hayatının ardından tahliye oldu. Bu tahliye kamuoyunda çeşitli tartışmaları da beraberinde getirdi. Ağca’nın tahliyesine siz nasıl bakıyorsunuz?
10 yıl 5 ay 22 gün cezaevinde yattım. Orada insanların neler çektiğini çok iyi bilirim. O nedenle de cezaevinde yatma olayına objektif yaklaşamam. Yani düşmanım dahi olsa bir insanın bir gün bile yatmasını istemem.
Peki, kişi ya suçluysa? Yani hukukun gereğinin yapılması gerekmez mi?
Ülkemizin bir hukuk düzeni var. Eğer ortada bir suç varsa bunun cezası da vardır ve bu ceza çekilmelidir.
İncelemelerim beni farklı mecralara götürdü
Ağca olayına gelelim isterseniz…
Tabii. Görünen o ki, bu işte bir yanlışlık var. Ben bunu araştırmadım. Ama Adalet eski Bakanları Hikmet Sami Türk ve Şevket Kazan bu işte bir yanlışlık var diyor. Hatta Hikmet Sami Türk daha ileri giderek bu işte bir komplo var manasında sözler söylüyor. Buna benzer yanlışlıklar Türkiye’de daha önce de oldu.
Peki siz neden böyle bir kitap yazma gereği duydunuz ve kitabın kapağında Abdi İpekçi Suikastını neden ön plana çıkardınız?
Abdi İpekçi olayı benim daha önce ulaştığım bir sonucu izah edecek bir olaydı. O manada örnek olay olarak onu ön plana çıkardım. Ben Uluslararası İlişkiler mezunuyum. Benim mezuniyet tezim Türk Amerikan askeri ilişkileriydi. Bu tezi hazırlarken, Türk-Amerikan ilişkilerini incelerken beni çok ilginç sonuçlara götürdü. Abdi İpekçi Suikastı örnek bir olaydır. Ben tezimi hazırlarken, Abdi İpekçi olayının üzerinde çok durdum.
İpekçi suikastı çok amaçlıydı
Sizce nedir bu suikastın amacı?
Bana göre, bu olayın iki amacı var. Yunanistan NATO’nun askeri kanadından çekilmişti. Yeniden geri dönmesi isteniyordu. Böyle bir dönemde Türkiye de veto kartını kullanarak, Yunanistan’ın dönmesini engelliyordu. Halbuki, Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi ABD açısından çok önemliydi. Çünkü daha önce de Fransa NATO’nun askeri kanadından çekilmişti. NATO’nun iki önemli üyesi, askeri kanattan çekilmiş ve bu arada Afganistan Sovyet işgaline uğramış. İran’da Humeyni gelmiş. NATO ise zor duruma düşmüştü. ABD o dönemde dış politikada sıkıntılıydı.
Abdi İpekçi Suikastı ile ne ilgisi var bu olayların?
Bu suikastta tek bir amaç olduğunu söylemek doğru olmaz. Yunanistan’ın NATO’ya alınması için yapılan baskılar doğrultusunda bu olayı değerlendirmek gerekir. Suikast sadece hükümete mesaj vermek amacını da taşımıyordu. Ecevit Hükümeti yapılan bütün baskılara rağmen veto kartından vazgeçmiyor. Aynı zamanda Sivas, Erzincan, Malatya ve Maraş olayları yaşanıyor. Karşı taraf da bu konuda ne kadar kararlı olduğu mesajını vermek o dönemde Başbakan olan Ecevit’in akıl hocası konumundaki, Abdi İpekçi’yi hedef aldı. Ama böyle suikastlar çok amaçlı olur. Tek amaçlı değildir hiçbir zaman. Bu suikast sonrasında 12 Eylül’e giden kaldırım taşları da döşenmeye başlanıyor. CHP hükümeti düşüyor ve hemen ardından MHP ve MSP’nin desteklediği hükümet kuruluyor. Veto konusunda Süleyman Demirel hükümeti de direnince 12 Eylül geliyor.
Çatlı’yı tanıyorum
Peki 12 Eylül’de veto kartından vaz mı geçiliyor?
Hükümet kurulmadan, darbecilerin dış politikadaki ilk kararları, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne onay vermek oluyor.
Abdi İpekçi suikastında Abdullah Çatlı’nın da adı geçiyor? Siz Çatlı ile tanışıyor musunuz?
Evet kendisiyle tanışıyorum. Hatta Avrupa’dan döndüğünde bir arkadaşımın bürosunda da görüştüm onunla. Washington Post Gazetesi ABD’nin en etkili gazetesidir ve bu gazete 1978 yılında Abdullah Çatlı ile Ülkü Ocakları İkinci Başkanı iken tam sayfa röportaj yapmıştır. Ben bunu oldukça anlamlı buluyorum.
Peki Mehmet Ali Ağca ile ilgili yorumunuz nedir? Ağca’yı da tanıyor musunuz?
Hayır. Ben Ağca ile tanışmadım. Ama bana göre Ağca bir tetikçidir. Tetikçiler bir olayın maksadını ve o olayı organize edenleri bilmez. Bilmemeleri de onlar için avantajdır. Eğer bilirlerse tetikçilerin de yok edilmesi gerekir. Kennedy suikastındaki tetikçi öldürüldü, ardından da tetikçiyi öldüren de öldürüldü. Ağca, bu işin niçin yapıldığını ve kimler tarafından yapıldığını bilmez. Eğer biliyorsa bile bunu açıklayamaz çünkü can güvenliği tehlikeye girer.
Ağca önce Abdi İpekçi’yi vuruyor. Sonra da tutuklu bulunduğu hapishaneden kaçıp Papa’yı vuruyor. Bu durumu nasıl yorumlarsınız?
Burada 2 ihtimal var. Ya Papa’yı vurdurmak isteyenler, Ağca’yı buluyorlar. Ya da o karar Abdi İpekçi suikastından önce verilmişti. Görünürde başka ihtimal yok.
Sağ-sol kavgası yanlıştı
Peki Mehmet Ali Ağca’ya ülkücüler neden sahip çıkıyor? Biliyorsunuz bir taraftan da sol cenah olaya çok büyük tepki gösteriyor?
Ben ülkücüyüm. Ama Ağca’nın hiçbir zaman ülkücüyüm diye bir açıklaması yok. Ama ülkücü gibi lanse ediliyor. İnsanlar ne kadar tarafsız olurlarsa olsunlar. Kendi taraflarına tarafsız olamazlar. Bu herkes için böyledir. Yaşanmış 20 yıllık bir kavga var ortada. 5 bin kişi ölmüş. Bu çok büyük bir rakamdır. Bu tarihin gördüğü en büyük meydan savaşlarından biri olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde verilen toplam şehit sayısına eşittir. Rakam söylenirken küçük görünüyor ama çok büyük bir rakamdır. Bu gerçekliğin arkasında ne olduğu ise başka bir olay. Şimdi ortada bu kadar ölü varken tepkilerin de büyük olması normaldir.
Bu kavganın içinde olan bir insan olarak geçmişin muhasebesini yapıyor musunuz?
Bu kavga kesinlikle doğru bir kavga değil. Cumhuriyet dönemini baz alırsak bu milletin okumuş yazmış bir nesli Çanakkale’de heba oldu. İkinci nesli 27 Mayıs’ta, üçüncü nesli 12 Mart’ta, dördüncü nesli 12 Eylül’de ve beşinci nesli de 28 Şubat’ta heba oldu. 90 yılda 5 neslini heba eden bir milletin ayakta durması bile büyük bir olaydır. Yaşanan sağcı solcu kavgası bu ülkeye çok büyük zarar verdi. Böyle bir şeyi vatanın evlatları yapmayacağına göre burada bir dış parmak görülüyor. Emperyalizm oyun oynadı ve biz de birbirimizi yedik. Emperyalizm bir nesli ülkücü-devrimci kavgasıyla yedi. Bir nesli alevi-sünni kavgasıyla yedi. Şimdi ki nesli de Türk-Kürt kavgasına sürüklemek istiyor.
Milli Gazete


SABAH GAZETESİ’ne verdiği mülakat:
Ecevit KILIÇ, 11 Ekim 2007

Bir dönemin ünlü ülkücü eylemcisi Metin Kaplan: "Çatlı, Kırcı ve Ağca Özel Harp Dairesi'ne bağlı çalıştı. Darbelerin arkasında Özel Harp var. CIA ile bağlar 90'larda koptu"… Metin Kaplan, Türkiye'nin sağ-sol çatışmasıyla sarsıldığı 1970'li yılların en tanınmış ülkücü liderlerinden biriydi. 1975'te siyasi bir cinayetin faili olarak 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1986'da tahliye olduktan sonra terör konusunda Matruşka", "Corps" ve "Desise" isimli üç kitap yazdı. En önemli terör uzmanlardan biri kabul edilen Kaplan, SABAH'a yaptığı açıklamada, Özel Harp Dairesi'nin 1970'li yıllarda CIA'nin istediği operasyonları yaptığını öne sürüyor.
Kaplan, buna örnek olarak, Kızıldere Operasyonu'nunu gösteriyor. 12 Mart döneminin ünlü generallerinden Memduh Ünlütürk'ün ölümünden önce bu ilişkiyi açıkladığını söyleyen Kaplan şöyle diyor: "12 Mart döneminde Çayan ve arkadaşlarını Maltepe Cezaevi'nden firar etmeyi planladığını, dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün ve yardımcısı Turgut Sunalp öğreniyor. Ankara'ya danışıyorlar. Ankara'dan ikisi Türk, ikisi Amerikalı dört albay geliyor. Amerikalı albaylar, 'Bırakın, firar etsinler, hatta firarlarını kolaylaştırın' diyor. Ünlütürk, sebebini sorunca da 'katletmemiz lazım' diyorlar. Amerikalı subaylar Ünlütürk'ü daha sonraki toplantılara almıyor. Mahir Çayan ve arkadaşları, firar ettikten sonra takip edilmelerine rağmen Ünye'deki NATO üssünde görevli üç kişiyi kaçırıyor. Sonra Kızıldere'de öldürülüyorlar." Kaplan, "Demek ki, Mahir Çayan ve arkadaşlarının NATO görevlilerini kaçırmalarına izin verildi. Böylece Kızıldere'de katledilmeleri meşrulaştırılmış oldu" diyor.
Kaplan'ın Özel Harp Dairesi'yle ilgili dikkat çektiği bir başka konu, 70'lerin ülkücü militanları, Bahçelievler katliamı hükümlüsü Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı ile gazeteci Abdi İpekçi cinayeti hükümlüsü Mehmet Ali Ağca'yla olan ilişkiler. Kaplan, bu üç ismin Özel Harp Dairesi'ne bağlı çalıştığını öne sürüyor. Kaplan'a göre Çatlı, Kırcı ve Ağca, Özel Harp üzerinden Amerikan istihbarat örgütü CIA ile ilişkiliydi. Kaplan, 1970'li yıllarda Türkiye'yi karıştıran pek çok eylemin bu ekip tarafından organize edildiğini savunuyor. Abdullah Çatlı daha sonra, 1980'lerin başında Ermeni terör örgütü ASALA'ya karşı yurtdışında gerçekleştirilen askeri operasyonlarda da görev aldı. Çatlı'nın yardımcılığını Oral Çelik'in yaptığı biliniyor... Bu dönemde Fransa'da bulunan bazı hedeflere bombalı saldırılar gerçekleştirildi. Eylemlerde kullanılacak silahlar Özel Harp tarafından temin edildi. Bu silahların diplomatik kanallar vasıtasıyla yurtdışına çıkarıldığı öne sürülücekti.

HİZBULLAH'IN DEPOLARI

Kaplan, Özel Harp Dairesi'nin faaliyetlerinin 12 Eylül darbesine zemin hazırladığını söylüyor. Kaplan, Özel Harp Dairesi'nin 70'li yıllarda Türkiye'nin çeşitli yerlerine gömdüğü silah depolarında bulunan silahların artık eskimiş olduğuna dikkat çekerek şöyle diyor: "12 Eylül öncesi olaylarda kullanılan silahların Özel Harp Dairesi'nin depolarındakiler olduğuna inanmıyorum. Çünkü o dönemde silah kaçakçılığı çok yoğundu ve silah ucuzdu. Ama bildiğim bir şey var; Hizbullah tasfiye edilirken örgüte ait olduğu öne sürülen silah depolarının bir kısmı aslında Özel Harp Dairesi'nindi..."
Özel Harp Dairesi'nin 1994'te isim değiştirip Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldığını belirten Metin Kaplan, bu dönemde kurum içinde milli bilincin güçlendiğini söylüyor. Kaplan, "Bu değişimle birlikte Amerika ve CIA ile bağlar iyice zayıfladı, belki de koptu" diyor. Öte yandan eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, gazeteci Çetin Emeç cinayetiyle ilgili SABAH'ta yayınlanan görüşlerinin yanlış anlaşıldığını belirtti. Güneş, amacının 1990 yılında gerçekleşen Çetin Emeç cinayetinin arka planında yer alan bazı karanlık noktalara dikkat çekmek olduğunu söyledi.

AKSİYON DERGİSİ’ne verdiği mülakat:
Haşim SÖYLEMEZ, 11 Ağustos 2008

Metin Kaplan’la, Orgeneral Bitlis’i taşıyan uçağın düşmesindeki karanlık noktaları ve Ersever’in öldürülmesini konuştuk. Kaplan, çarpıcı bir tespitte bulunuyor: “Bitlis ile Ersever’i öldüren aynı ekip.”
- Eşref Bitlis’in öldürüldüğünü söylüyorsunuz. Bunu hangi gerekçelere dayandırıyorsunuz?
Cevap vermeden önce o dönemdeki süreci anlatmakta fayda var. Eşref Bitlis Jandarma Genel Komutanı iken öldürüldü. Bu konuda üç tespit var. Eşref Paşa, “Çekiç Güç Türkiye’de Kürt devleti kurmak için üslendi ve bu manada PKK’ya silah yardımı yapıyor” düşüncesini taşıyordu. Bunu da belgeledi. 10 Aralık 1992’de üç Çekiç Güç helikopteri Cudi dağındaki PKK’lılara malzeme yardımı yaparken tespit ediliyor. JİTEM mensupları bunu fotoğraflıyor. Bu fotoğraflar Eşref Paşa’ya teslim ediliyor, o da konuyu Genelkurmay Başkanlığı’na arz ediyor.
- Eşref Bitlis’in ‘Kale Planı’ diye bir projesi var. Bu, yaptığı tespitleri kapsayan bir proje miydi?
Bitlis, Millî Güvenlik Kurulu’na Kürtçülük meselesinin çözümü için bir plan teklif ediyor. Kod adı ‘Kale Planı’. Devletin kaydında bu var. İki tespit yapıyor. Kürtçülük meselesinin halli için bölgedeki ülkelerin; İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin işbirliği yapması gerektiğini söylüyor. “Bu ülkeler bu mesele için birlikte hareket etmeli.” diyor.
- Bunun içinde ‘Kürtlere özerk yapı verme’ var mıydı?
Benim tespitlerime göre yok. Kale Planı iki maddellik bir proje. Birincisi, komşu ülkelerin işbirliği; ikincisi, PKK bitirilmek isteniyorsa örgüte siyasi ve ekonomik destek verenlere de örgüt militanlarına uygulanan muamelenin aynısının uygulanması. Fakat uçak düştü ve plan kısmen akim kaldı.
- Turgut Özal’ın bundan haberi var mıydı?
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ile Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis arasında bir problem çıkıyor. Bir protokolde Özal, Eşref Paşa’ya diyor ki ‘Nedir problem?’ Bunun üzerine devletin kaydına girsin diye Paşa Özal’a durumu mektupla bildiriyor. Böylece Bitlis’in teklifleri Millî Güvenlik Kurulu’na sunuluyor ve bazı kararlar alınıyor. Türkiye, PKK meselesini çözmek için bölge ülkeleriyle temasa geçiyor. Bu girişimden sonra Türkiye’nin üzerine belalar yağmaya başlıyor. 10 Eylül 1992’de dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Tahran’da İran Dışişleri Bakanı Hüccetülislam Nuri ile bir görüşme yapıyor. Sezgin, PKK’nın Suriye, İran, Irak için de tehdit olduğunu söylüyor. Bu görüşmeden sonra 14 Eylül 1992’de Sezgin, İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani ve Birinci Yardımcısı Hasan Habibi ile görüşüp Özal’ın yazılı, Başbakan Süleyman Demirel’in sözlü mesajlarını iletiyor. İran’daki 5 günlük diplomasi trafiği sonucunda Türkiye ile İran arasında ‘Güvenlik ve İşbirliği’ anlaşması imzalanıyor.
- Bu dönemde Suriye hükûmeti ile de bir temas yok muydu?
Sezgin İran’dan döndükten 2 gün sonra Türkiye’ye gelen Suriye İçişleri Bakanı Muhammed Harba ile görüşüyor. 18 Eylül 1992’de Türkiye ile Suriye arasında 1987’de imzalanan ‘Güvenlik ve İşbirliği’ anlaşmasının yürürlükte olduğuna dair bir mutabakat zabtı imzalanıyor. Bu gelişmeler üzerine Amerikalılar bir mesaj veriyor.
- Amerikalıların böylesi bir ortamda verdikleri mesaj işbirliğinin bozulmasına yönelik mi?
Evet. 2 Ekim 1992’de Ege Deniz’inde devam eden ‘Kararlılık Gösterisi’ adlı NATO tatbikatı sırasında Amerika’ya ait Saratoga uçak gemisinden atılan iki füze Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait Muavenet muhribine isabet ediyor. Gemi komutanı bir subay, bir astsubay ve iki er şehit oluyor. ABD bunun bir kaza olduğunu savunuyor. Dönemin Millî Savunma Bakanı Nevzat Ayaz da olayın bir hata sonucu meydana geldiğini beyan ediyor. Ancak durum hiç de öyle değil. Kaza ile bir füze atılır; iki değil. Uçak gemisinden bir füze atılması için üç ayrı makamın onayı gerekiyor. Kaza ile atılmış olsa bile hedef belirlenmediği için bu füzeler havada kendilerini imha ediyor.
- Bu ikazdan sonra da Türkiye komşularla PKK’nın bitirilmesi için ilişkisini sürdürüyor.
14 Kasım 1992’de İran, Suriye ve Türkiye’nin dışişleri bakanları Ankara’da bir araya gelip yine PKK’nın bitirilmesi konusunda ortak kararlar aldıklarını açıklıyor. Buna da Amerika’nın cevabı gecikmiyor. 17 Aralık 1992’de Bitlis’in helikopteri ABD jetleri tarafından düşürülecek derecede taciz ediliyor. Bitlis Paşa, helikopterle Kuzey Irak’ta Selahattin şehrine gidip Talabani ve Barzani ile görüşecek. Helikopter kalkarken Mardin’deki Çekiç Güç radarına haber veriliyor. Jetler helikopterin etrafında uçup hava boşlukları oluşturuyorlar. Bitlis’in görüşmeleri sonucunda 24 Aralık 1992’de Talabani ve Barzani ile bir protokol imzalanıyor.
- Protokol PKK’lıların teslimiyle mi ilgili?
Her iki Kürt lider PKK’nın faaliyetlerine karşı olacaklarını deklare ediyor. Ayrıca Zele kampında bulunan 1500 PKK’lının silah bıraktırılarak Süleymaniye’ye gönderilmesi konusunda garanti anlaşması imzalıyorlar.
- Sonra Başbakan Demirel Suriye’ye gidiyor.
Evet, 19 Ocak 1993’te Demirel, Suriye Başbakanı Mahmut El Zubi’nin resmî davetlisi olarak Şam’a gidiyor ve burada Hafız Esad’la görüşüyor. Konu yine PKK terörünün bitirilmesi. Demirel, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin İran, Suriye ve Türkiye’yi rahatsız edeceğini de söylüyor. 20 Ocak’ta da ortak bir bildiri yayımlanıyor.
- 5 gün sonra gerçekleşecek Uğur Mumcu cinayeti ile bu olayın bir bağlantısı var mı?
Var. Türkiye’ye ‘Ne yaptığınızı biliyoruz’ deniyor bir nevi. Bir de suikastı Türkiye’deki İran yandaşı insanlar yapmış gibi takdim ederek İran ile yapılan işbirliği anlaşması sekteye uğratılmak isteniyor. Üstelik İran İçişleri Bakanı o tarihlerde Türkiye’ye gelecekken... Bu mantıklı bir durum değil. Nitekim 27 Ocak’ta Türkiye’ye gelen İran İçişleri Bakanı Abdullah Nuri’nin İstanbul programı iptal edilir. Bakan Ankara’da görüşmeler yapıp ülkesine döner. Havaalanında “Terörist faaliyetler iki ülke ilişkilerini olumsuz etikledi.” şeklinde açıklama da yapıyor. Mumcu’nun İran istihbaratının yardımıyla öldürülmüş olması mantıklı değil.
- Neden?
O dönem Refah Partisi Genel Sekreteri olan Şevket Kazan, Mumcu suikastı ile ilgili kendisine bir MİT belgesi ulaştığını söylüyor. Bu belgeye göre, Suriye üzerinden gelen üç İsrail ajanı Mumcu’yu öldürdü. Büyük istihbarat örgütlerinin kullandığı RDX türü patlayıcı ilk defa Mumcu suikasatında kullanılıyor. Bu patlayıcının o dönemde başkasının eline geçmesi o kadar kolay değil. Bu nedenle Kazan’ın söylediği MİT raporu doğru. Bir de Mumcu suikastından 4 gün sonra Jak Kamhi’ye yönelik suikast girişimi var. Ancak göstermelik bir İslamcı kimlikle yapılan girişim nedense sonuçsuz kalıyor. Bu Kazan’ın söylediği MİT raporuna dair gündemi değiştirmek için tezgâhlanan bir olaydı.
- Bu tarihten sonra da komşu ülkelerle birtakım anlaşmalar yapılıyor.
Evet. 10 Şubat 1993’te Türkiye, Suriye ve İran’ın dışişleri bakanları bölgedeki gelişmeleri değerlendirmek üzere Şam’da bir araya geliyor. Bu toplantıda Bağdat’a BM Güvenlik Konseyi kararlarına uyma çağrısı yapılıyor. 17 Şubat 1993’te de Bitlis öldürülüyor.
- Bütün bu anlattığınız olaylar ışığında Eşref Bitlis öldürüldü mü?
Bitlis’in bindiği uçağın düşmesinden iki saat sonra Genelkurmay Başkanlığı adına dönemin Genel Sekreteri Yaşar Büyükanıt bir açıklama yaparak olayın kaza olduğunu söylüyor. Daha sonra detaylı bir araştırma yapıldı ve “buzlanma ve pilotaj hatası nedeniyle düştü” denildi. Ama bu doğru değil. Uçak, PTT İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün bahçesine düştü. Bu kurum tarafından hazırlanan raporda, tanıklara dayanılarak, uçağın havada yanarak düştüğü belirtiliyor. Buzlanma olsa uçak yanarak değil, taş gibi düşer. Sonra da patlar ve yanar. Burada sabotaj var. Olayla ilgili İTÜ’den gelen üç kişilik bilirkişi heyeti de “Motor zarfı parçalanmamış ve deforme olmamış. Sabotaj ihtimali gözden uzak tutulmamalıdır.” diyor. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ile dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Muhittin Fisunoğlu “Uçağa sabotaj yapılması mümkün değildir.” diyor. Bu arada Genelkurmay Başkanı, Eşref Bitlis’in Diyarbakır’a gitmek için uçağı kendilerinden şifahen istediğini belirtiyor. Oysa 16 Şubat’ta Eşref Paşa resmî olarak talepte bulunuyor ve izin bir gün sonra resmî yazı ile veriliyor.

- Uçağın şifahen veya resmî izin dahilinde verilmiş olması çok mu önemli?
Evet önemli. Bu, olayın üstünün örtülmek istendiğini gösterir. Bu aynı zamanda sabatojcılara 24 saat gibi bir süre kazandırır. Oysa resmî olarak talep var ve bu devletin kayıtlarına geçmiş durumda. O gün aynı havalimanından 7 uçak kalkıyor. Bunların hiçbirinin teknolojisi Bitlis’in bindiği uçağınki kadar gelişmiş değil. Ama hiçbiri buzlanıp düşmüyor. Aynı uçak kısa süre önce İzlanda üzerinden geçiyor ve eksi 60 dereceyi görüyor; ama buzlanma olmuyor. Ankara’da en fazla eksi 10 derecede buzlanma yapıyor.
- Uçağın düştüğü sırada nöbetçi olan asker de farklı şeyler anlatıyor.
Kulübedeki nobetçi, kışlık kıyafetli ve pilot bereli havacı bir şahsın uçağın bulunduğu hangara gittiğini söylüyor. Bu şahıs parolayı doğru söylüyor ve geçiyor üstelik. Nöbetçi, askerliği sırasında aynı noktada çok defa görev yaptığını; ancak o zamana kadar yürüyerek geçen kimseyi görmediğini söylüyor. Bu askere, orada görevli askerlerin fotoğrafları gösterilip sorulabilirdi; fakat sorulmadı. Burası Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ait küçük bir havaalanı, uçak bekletme ve bakımları yapılıyor. Burada aynı zamanda Amerikan yardım komisyonu JUSMMAT’a ait iki uçak var. Amerikalı iki teknisyen sürekli buradan gelip geçiyor. Amerikan uçakları ile bize ait uçakların bulunduğu yer arasında sadece 40 santimetre yüksekliğinde bir duvar var.
Amerikalıların parolayı bilmeleri normaldir. Ancak bu iki teknisyen de nöbetçi Tahir Metin’e gösterilmiyor.
- Peki, bu kadar çok şüphesi olan bir dava neden kapanıyor?
Dünyanın her yerinde böyle davalar kapanabilir. Öyle bağlantılar vardır ki, olayın açıklanması iki devlet arasındaki ilişkiyi bozacaktır. Devlet de millî menfaati doğrultusunda ilişkinin bozulmaması için dosyayı kapatır. Galiba böyle olmuş. O dönemde Kara Havacılık Okul Komutanı olan Armağan Kuloğlu geleceği parlak bir general. Fakat bir dönem terfi alıyor, sonra emekli ediliyor.
- Aynı dönemlerde Çevik Bir, Somali’deki BM Barış Gücü’ne komutan oluyor.
Ama burada normal bir yol takip edilmiyor. Komutanlık sırası Türkiye’ye gelince, BM, teamüllere aykırı bir şekilde Bir’in ismini vererek talepte bulunuyor.
- Uçakta hayatını kaybeden diğer askerlerin aileleri dava açtı; ama bir sonuç alınamadı.
Kara Kuvvetleri’nin bütün uçakları sigortalıyken bu uçak değil. Böyle pahalı şeyleri sigorta eden şirketler çok ciddi araştırmalar yapar, sonra bedel öder. Sigortalı olmayışı açılan tazminat davalarının kapanmasını kolaylaştırdı. VIP uçağı üreten firmanın aleyhine dava açıldı. Ergenekon operasyonunda gözaltına alınan Nusret Senem müdahil avukkattı. Firma “uçak buzlanmadan ve pilotaj hatasından düşmedi” diye rapor verdi. Uçağı üreten firmanın tazminat ödemesi ilkesinde ‘sabotaj’ diye bir madde yok.
- Uçağa binmeyen Albay sonra intihar etti.
Bu çok ilginç bir nokta aslında. Uçağa binencekler listesinde Albay Kazım Çillioğlu’nun adı var ancak binmiyor. Bu kişi Tunceli’de alay komutanı. Çillioğlu’na konu ile ilgili dava açılıyor. Fakat Albay beraat alıyor. Yalnız beraat kararı 22 Şubat 1994’te veriliyor. Çillioğlu, 3 Şubat’ta intihar ediyor. Böyle deniliyor. İntihar konusu soruluyor; ancak 8. Kolordu Komutanlığı Askerî Savcısı kovuşturmaya gerek olmadığı yönünde karar veriyor. Oysa Eşref Bitlis’in uçağı düştüğünde gazetelerde “Kazım Çillioğlu da öldü” diye haberler çıkıyor.
- 25 Ağustos 1996’da Aydınlık Dergisi’ne ‘bir general’ diyerek konuşan Veli Küçük, “Eşref Bitlis’i Amerikalılar öldürdü” diyor. Yerel hiçbir bağlantısı yok mu?
Bu çapta bir eylem ve sabotaj, yerel bağlantılarla ve amatörlerle yapılmaz. Gres yağını kurutup toz hâline getiriyorlar ve bunu uçağın deposuna atıyorlar. Bu da depoda sıvı hâle geliyor ve tıkanıklıklara sebep oluyor. Kanın pıhtılaşması gibi. Suikast yapacak ülke bunun bir yolunu bulur. Sabotajın şekli tam belli olmamakla birlikte gres yağı ağırlık kazanıyor.
- Aydınlık’a konuşan general, Küçük mü?
25 Ağustos 1996’da bir general Aydınlık’ın sorularına cevap veriyor. Bu general, yanında iki albay ile birlikte soruları cevaplıyor. Bir vesile ile Doğu Perinçek bir gazetecinin Küçük aleyhine konuşması sebebiyle “Veli Küçük Paşa sizin bildiğiniz gibi değildir. Bitlis suiksatını resmî olarak ilk açıklayan kişi odur.” dedi. Hâlbuki bu doğru değil. Bitlis’in öldürüldüğüne dair ilk açıklamayı RP Lideri Necmettin Erbakan, 27 Aralık 1993’te Mersin’de yapıyor. “Paşa’yı Çekiç Güç öldürdü.” diyor.

- Küçük’ün detaylı bilgisi var mı?
Perinçek’in açıklaması üzerine ben Veli Küçük ile görüştüm. Gözaltına alınmadan bir hafta önce Üsküdar’daki ofisinde görüştük. Küçük’e Aydınlık’taki açıklamayı yapan kişinin kendisi olup olmadığını sordum. Bana “En başta söyleyeyim, o general ben değilim.” dedi. Böyle de çelişkili bir durum var.

- Aydınlık, “Cem Ersever’in de dahil olduğu bir ekip Bitlis’i öldürdü” diye yayınlar yaptı bir dönem. Bu ne kadar doğru?
Ben Küçük’e sordum bunu. Konu, Can Dündar ile Adnan Akfırat’ın yazdığı kitaplarda da geçiyor. Veli Küçük, suikast işinde Ersever’in olmadığını söyledi. Zaten o konuda da benim bilgilerim net. Ersever’in avukatı Emin Emir ile de görüştüm. Ersever, Aydınlık’a verdiği ropörtaj için mahkemeye verilmişti ve bunun duruşması için Ankara’ya gelirken öldürülüyor. Ersever, Bitlis suikastında yok. Ama şu var ki Bitlis’i de, Ersever’i de aynı ekip öldürmüştür.
- Ersever’in hatıra defteri kayıp...
Ersever’in iki kitabını yayımlayan yayınevi sahibiyle görüştüm. Kendisi, Ersever ile görüşen son kişi. Bu bile benim Ersever’in Bitlis suikastı işinde olmadığını anlamama yetti. Yayıncı “Ersever’in hiç harçlığı yoktu, benden 30 milyon lira harçlık aldı.” dedi. Bu çapta bir suikastı büyük bir devlet adına yapan adamın para sıkıntısı çekmemesi lazım. Ersever yapsaydı, kolay kolay öldürülmez, mahkemeye verilmezdi.
- Ersever neden öldürüldü o hâlde?
Veli Küçük de benim kanaatimi teyit etti. Yayıncı arkadaşın anlatığına göre, Cem Ersever “Şam’daki Kemancı” diye bir kitap üzerinde çalışıyordu. Ersever yayıncısına diyor ki “Ben Eşref Bitlis sukisatını araştırdım.” ‘Araştırıyorum’ demiyor. Başından beri araştırıyor. “Öyle bir sonuca ulaştım ki, içinde yüksek rütbeli biri var, şimdi sana ismini söylesem sen bile inanmazsın. Ama birkaç gün sonra belgesiyle birlikte sana vereceğim.” diyor. Küçük’e bunu sordum. O da bana “Ersever istihbaratçı olarak yaratılmış biridir, o ister görevde olsun ister olmasın o araştırmayı yapmıştır.” dedi.
- Bitlis’i Amerikalılar, Ersever’i de aynı ekibin yerel temsilcileri mi öldürdü?
Öyledir. ‘Yüksek rütbeli birisi var’ dediğine göre. Bu kitap kayboldu. Bu yayıncı arkadaşa geldiler o dönemde. Çok tanınan güçlü bir eski DGM savcısı kitabı istiyor. Yayıncı “Bende yok.” diyor. Bunun üzerine savcı, “Şimdi sana inanmadım; ama bu kitap bir sene, on sene sonra yayımlanırsa sadece seni değil, yedi sülaleni yok ederiz.” deyip gidiyor.
- Ersever’in öldürülme şekli amatörce gibi.
Raporlara göre, “İlaçlı sorguya tabi tutuldu.” deniyor. Bu medyaya ve yazılan kitaplara, ‘ilaçlı sorguya tabi tutulmadı’ diye yansıdı. Ancak kitaplarda böyle denmesi de çok ilginç. Çünkü durup dururken böyle bir tez ortaya atılıyor. Soner Yalçın’ın kitabında bu var. Oysa ilaçlı sorguya tabi tutuldu. Bunu bir mafya ve yerel amatör kişiler yapamaz. Böyle bir rapor devlette var. Cem Ersever ile Eşref Bitlis çok yakınlar, ‘baba-oğul’ gibiler. Ersever istifa kararı alınca Eşref Paşa, “İstifa etme, seni şûrada yarbay yapacağız.” diyor.

- Dış güçlerden söz ediyorsunuz; ancak yerel güçler Ersever’in kitabının peşine düşüyor?
Devlet içinde bu işe onay verilmesi mümkündür. Benim tezimde bu işi yerel birisi yapmamıştır; ama içinde vardır. Bu çapta suikastı bir istihbarat örgütü yerel ya da amatör birine yaptırmaz. “Yahu bu artık bizi sıktı, haberiniz olsun” denilerek yüksek mevkilerdeki birilerinin onayı alınmış olabilir. Profesyonel işi bu. JUSMMAT’ın uçaklarının bakımını yapan teknisyenler önemli. Amerika derin devletinin kontrolünde bu kuruluş. Türkiye’de derin bir devlet varsa, irtibatı varsa bunu yapan kuruluş da budur.
- Susurluk gibi vakalar derin devletin bakiyeleridir. “Bu işler birtakım gizli servislerle ilişkili” tezini işliyorsunuz. Nereye kadar uzanıyor?
Mesela, Sovyetler Birliği yıkılınca ABD tek süper güç olarak kaldı. Devlet geleneği olmadığı için ‘züccaciye dükkânına girmiş fil’ gibi davranıyor. Etrafı yıkıp döküyor. Öncesinde çift kutuplu ve şiddet dengesine dayalı bir dünya vardı. Bu iki kutbun etrafında birer blok teşekkül etmişti. Emperyalist devletler bu bloklarla bağlantılarını, ülkelerin içindeki işbirlikçileri vasıtasıyla yapıyordu. ABD için NATO bir emperyalist araçtı. Yani NATO bir yönden bu ülkelerin güvenliğini sağlarken, öte taraftan ABD’nin bu ülkelerdeki menfaatlerini gözetiyordu. Ne zaman ki Sovyetler yıkıldı, ABD bu örgütlere muhtaç olmaktan kurtuldu ve tasfiyeye gitti. İlk tasfiye Susurluk olayıyla yapıldı kısmen. Bakiyeleri de bu Ergenekon davası.
- Susurluk’ta kim tasfiye edildi?
Susurluk’ta yine o yapı tasfiye edildi. Yani JUSMMAT etrafında Türkiye’de teşkil edilmiş olan Özel Harp Dairesi gibi halk arasında ‘derin devlet’ olarak ifade edilen fakat aslında JUSMMAT’ın kontrolündeki yapı.
- Bu operasyonu yapan ABD mi?
Evet. Şimdi de o kalıntılar tasfiye ediliyor gibi geliyor bana. Fakat bu tezimin bir zayıf noktası var. Görüyorum, fakat izah edecek bir şey de bulamıyorum. Şimdi bir taraftan ABD kendisine bağlı o soğuk savaş döneminde oluşturduğu yapıyı tasfiye ediyor. Bir taraftan da tasfiye sırasında hep Türkiye’de ABD’nin yaptığı operasyonlar deşifre oluyor. Bu çelişkiyi ben kafamda izah edemiyorum.

- Yani Ergenekon operasyonunu buna mı bağlıyorsunuz?
ABD’nin ihtiyacı olmayan yapıyı tasfiye etmesine bağlıyorum. Bu arada yerel yerli millî bir yapı var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Bu devlette birileri, sanki ABD’nin bu tasfiyesinden istifade ile yerli millî olan yapıları tasfiye ediyor. Yani bir taraftan Gladyo tasfiye ediliyor. Bir taraftan yerliler, milliler bir şeyleri tasfiye ediyor.
-Ergenekon türü yapılanmalar yabancı gizli servislerle çalışır mı?
Şimdi şöyle; TSK’da general rütbelerinde değilse insanların bir araya gelip de Türkiye’de darbe yapma imkânı yoktur. 1 milyon kişilik TSK’ya karşı tankı, tüfeği, uçağı ile öyle sivillerin yapabileceği bir şey değildir bu. Siviller böyle bir araya gelip ‘biz darbe yapacağız’ diyorlarsa bunların arkasında mutlaka bir başka devletin olması lazım. Bir istihbarat örgütü Türkiye’de operasyon yapmak isterse, kendisi bir örgüt kurmaya uğraşmaz. Mevcut yapılanmalar varsa, ki her ülkede var, bunlarla bir şekilde temasa geçer ve işi kotarır. Bu manada diyorum ki böyle örgütlenmelerin mafya dahil arkasında bir devlet yoksa ayakta duramaz. Ergenekon’da da darbe varsa o zaman muvazzaf birilerine ulaşılması lazım. Ulaşılmazsa bu davadan hiçbir şey çıkmaz.
- Başka bir iddia daha var. Eşref Paşa’yı Amerika Ersever’e öldürttü, Ersever’i de Abdullah Çatlı’ya.
Bu iddia doğru değil. Ersever ile Bitlis arasındaki baba-oğul ilişkisi Ersever ile İhsan Hakan kod adlı Mustafa Deniz arsında da var. Onu itirafçı yapıp sivil memur kadrosunda çalıştıran kişi Ersever’dir. Ama bu Ersever’i tuzağa düşürüyor.
- Mustafa Deniz de öldürülüyor.
İhsan Hakan, yani Mustafa Deniz, Ersever’i tuzağa düşürdü. Ama sonra “Mustafa Deniz, Nevval Boz ve Cem Ersever ölü olarak bulundu.” deniyor. Ancak Mustafa Deniz ölmedi, öldürülmedi, o hâlâ yaşıyor. Gösterilen ceset ona ait değil. Yaşadığına dair küçük şüphelerim vardı; ancak Veli Küçük’le görüştükten sonra bütün şüphelerim gitti. Görüşmede ben Küçük’e bir şeyler anlatınca bana birden “Bunları Mustafa Deniz mi söyledi?” dedi. Ben de “O ölmedi mi?” diye sordum. Ama bir daha olumlu veya olumsuz cevap alamadım. Ölen biriyle ben nasıl görüşmüş olabilirim? Şu anda Mustafa Deniz’in İzmir’de yaşadığına dair bilgilerim var.

- Cesetleri ayarlamak o kadar kolay mı?
Bu cesetler üç-beş gün sonra bulundu. Mustafa Deniz’in yerine birini koymak istiyorlarsa bunu kolayca yaparlar. Çürüme ve tahrifat olunca zaten tanınmaz bir hâle gelir. Ama böyle şeyler istihbarat örgütlerinin işine geliyor ve birtakım dosyalar kapanmış oluyor.

Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

M Metin Kaplan Özgeçmişi

M Metin Kaplan Hayatı

Sizde M Metin Kaplan ile ilgili bildiklerinizi paylaşır mısınız ?

M Metin Kaplan biyografisi 1197 defa okunmuştur. [4817]