Türk Edebiyatı Nedir

Türk Edebiyatı Nedir ? Türk Edebiyatı Ne demek ?

1-)Alm. Türkische Literatur (f), Fr. Littérature (f), turque, İng. Turkish Literature. Türk milletinin tarih içinde ortaya koyduğu edebiyat. İslamiyetten önce ve sonra olmak üzere iki ana devreye ayrılan Türk Edebiyatı, İslami devir içinde gerek coğrafya, gerekse bazı medeniyetlere katılma bakımından başka şekillerde de sınıflandırılmıştır. Fakat asıl sınıflandırma yukarda ele aldığımız şekilde olup, İslami devrin içinde Türk Edebiyatının Batı medeniyetine yönelmesiyle (Lale devriyle) başlayan fakat, eserlerini Tanzimattan sonra veren, gazete ve tiyatro ile cemiyete açılan YeniTürk Edebiyatı, bu devir içinde başlı başına bir mevkiye sahiptir. Bu durum diğer sahalardaki Türk kardeş edebiyatları için de aynıdır.

Mesele dil bakımından ele alınınca, İslamiyetten Önceki Türk Edebiyatı bir tarafa bırakılırsa, ortaya çıkan edebi şivelere göre de sınıflandırmak mümkündür. Bunlar; Doğu Türkçesinin edebiyatı olan Ortaasya Türkçesi Edebiyatı, Osmanlı Türkçesi Edebiyatı ve Azeri Türkçesi Edebiyatıdır. Aslında bugün; Türkiye, Sibriya ve Altay, Doğu ve Batı Türkistan, Kafkas ve İran, İdil-Ural, Kırım, Lehistan ve Romanya Türkleri adı altında beş ana dala ayrılan, fakat ellinin üstünde olan Türk kavimleri gözönünde bulundurulursa (Türkiye, Âzeri, Kırgız, Özbek vs. gibi), bugünkü Türk Edebiyatının dallanıp budaklanarak kardeşlendiği görülür.

Ayrıca yine dili kullanış yönünden, yüksek zümre edebiyatı ve halk edebiyatı şeklinde adlandırmak da mümkündür. Fakat burada başlangıcından beri tarih içinde çeşitli kültür merkezlerinde ortaya çıkan ve kendisine göre hususiyetleri bulunan Türk Edebiyatından bahsedilecektir.

I. İslamiyetten Önceki Türk Edebiyatı:

İslamiyetten önceki Türk Edebiyatının Göktürk ve Uygur gibi iki dairesi vardır. Ancak bu devir edebiyatını daha önceki devirlere kadar çıkarmak gerekir. Türk Edebiyatının şimdilik karanlık kalan ve Göktürk devrinden önceki zamanı, daha çok Çin metinlerinden öğrenilmektedir. Çin kaynaklarında Hunlara ait Türkçe kelimelere ve bazı mektuplarla Hun türküsünün tercümesine rastlanmıştır. Bu durum Hunların mutlaka bir edebiyatlarının olduğu, gerek şifahi gerekse yazılı olarak bu edebiyatın devam ettiği fikrini vermektedir.

1. Göktürk devri Türk Edebiyatı:

Bu devrin ele geçen yazılı metinleri daha çok mezar taşlarıdır. Bunlardan başka dikili taşlar, aynalar, paralar ve kağıt üzerine yazılmış metinler de vardır. Ancak Göktürk devrinin ele alınan ve gerçekten edebi ve tarihi değer taşıyan metinleri Orhun Âbideleri’dir. Orhun Irmağının eski yatağı ile Koşu Çaydan Gölü havalisinde olan ve Göktürk tarihini aydınlatan bu kitabeler Tonyukuk, Kültigin Han ve Bilge Kağan adına dikilmişlerdir.

İlteriş Kağan ile Kapağan Han zamanında baş vezir ve büyük devlet müşaviri olan Tonyukuk’un adına dikilen kitabe Tonyukuk Yazıtı olarak adlandırılmıştır. Tonyukuk Yazıtı 720 tarihlerine doğru ölümünden önce kendisi tarafından yazdırılmış bir abidedir. Âbide’de İlteriş ile Kapağan Kağan devirlerinde devletin durumu anlatılmış ve bazı öğütler verilmiştir. Bilge Kağan’ın da kayınbabası olan Bilge Tonyukuk bu itibarla Türk tarihini ilk defa kaleme almış ve edebiyatımızda tarih şuurunun hakim olduğu bir hatırat da yazmıştır.

Kültigin Yazıtı bu devir edebiyatının ikinci mühim eseri durumundadır. 20 günde yazılan bu abide 732 yılında dikilmiştir. Kültigin adına yazılan abidedeki sözler Bilge Kağan ağzından verilmiş ve ikinci Türk tarihçisi Yulug Tigin tarafından yazılmıştır.

Bilge Kağan Yazıtı’na gelince, bu abide Göktürk Kitabeleri içinde en mühim mevkii işgal eder. Yulug Tigin tarafından yazılan ve 735 tarihinde dikilen Bilge Kağan Yazıtı kısa cümlelerle yazılmıştır. Bilhassa tekrir sanatını ihtiva etmekte, tarih, dil ve edebiyat bakımından üstün bir değere sahip bulunmaktadır. Bu abidelerde Türkçenin bir hayli işlenmiş olduğu görülmektedir.

Âbideleri ilk defa Danimarkalı Wilhelm Thomsen 1893 yılında okumuş, Ondan iki yıl sonra 1895’te de aslen bir Alman olan meşhur Rus araştırmacısı Wilhelm Radloff çözmüştür. Her iki araştırmacı da yazının okunmasında abidelerdeki Çince tercümeden faydalanmışlardır. Bizde ise ilk olarak Necib Asım, daha sonra Hüseyin Namık Orkun, Nihal Atsız, Talat Tekin, Osman Nedim Tuna, Osman Fikri Sertkaya ve Prof. Dr. Muharrem Ergin abideler üzerinde çalışmalar yapmışlar ve gerek dil incelemesi, gerekse metin neşri olmak üzere yayınlarda bulunmuşlardır.

2. Uygurlar devri Türk Edebiyatı:

Göktürk Devletinin yıkılışından sonra idareyi ellerine alan Uygurlar devrinde Türk Edebiyatı eskiye nispetle gelişme göstermiş ve birçok mevzuda eserler yazılmıştır İlk devri 745-840 yılından olmak üzere iki kısımda ele alınan Uygur devri dil yadigarları bir hayli zenginlik gösterir. Bu metinler Uygurların mensup olduğu dinlere göre; Mani, Burkan (Buda) ve İslam muhiti eserleri olmak üzere üç kısımda ele alınabilir. Bu devirde Türk Edebiyatında; koşug, kojang “şarkı, türkü”, koşma, taşkut “beyit”, takmak “türkü, bulmaca”; ır, yır “şarkıcı”, küg “aheng”, şlok, soluka “manzume”, padak “mısra”; kavi, kavya “şiir”, baş, başik “ilahi” gibi bir kısmı Sanskritçeden alınmış edebi terimleri de görmek mümkündür. Bundan başka Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Sınku Seli Tutung, Ki-Ki, Pratyaya-Şiri, Asıg Tutung, Çisuya Tutung, Kalım Keyşi, Çuçu ve Yusuf Has Hacib gibi şairler eserleriyle görülürler. Bunlardan son ikisi İslami devirdeki Türk edebiyatı içine girmektedir. Çuçu adındaki şaire Kaşgarlı Mahmud Divanü Lügati’t-Türk adlı eserinde yer vermiştir.

Dokuz ve 10. asırlarla 11. yüzyılın ilk yarısını içine alan Uygur Türk Edebiyatı da, yazıtlara yer vermiştir. Bunlardan ilki Uygurların ikinci hükümdarı Moyuncur adına dikilmiştir. Moğolistan’ın Şine Usu Gölü civarında bulunan yazıt, Kutlug Bilge Kül ve Moyunçur devirlerinden bahsetmektedir. Sekizinci asra ait olan bu yazıt, daha çok Şine Usu adıyla anılmıştır. Bu kitabe de dil ve yazı bakımından Göktürk Âbidelerine benzemektedir. Eser Ramstedt ve Hüseyin Namık Orkun tarafından neşredilmiştir.

Uygurların ikinci devresinde ortaya konan eserlerde mühim değişiklikler görülür. Her şeyden önce Göktürk yazısı bırakılmış, Soğd alfabesiyle eserler verilmiştir. Bunun sebebi dindir. Maniheizmin kabulüyle Maniheist olan Soğdların yazısı alınmış, fakat Göktürk yazısı az da olsa kullanılmıştır. İkinci bir sebep 840 yılından sonra Uygurlar yerleşik bir medeniyete geçmişlerdir. Dil, gerek, sentaks gerekse yabancı kelimelere açıldıkları için, bozulmuş ve açıklığını kaybetmiştir. Bu devirde Nasturiliğe ait metinler de olmakla birlikte daha çok Budizm ve Maniheizm dinlerine ait eserler ağır basarlar. Ayrıca hukuk, tıp, tarih ve coğrafya ile ilgili kitapların bulunduğunu zikretmek gerekir. Bu eserlerin bazıları tercümedir. Belirli bölgelerde parça parça bulunan metinler toplama olarak belirli isimlerde, eser olarak ele geçenlerse taşıdıkları adlarla neşredilmişlerdir.

Prof. W. Bang, V. Gabain ve büyük Türk filologu Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat’ın birlikte çalışmalarının sonucu on cüzden meydana gelen ve Berlin Prusya Akademisi yayınları arasında yer alan Turfan Türk Metinleri; yine Turfan’da Bulunan İki Kazık Üzerindeki Yazılar; Hoça’da Bulunan Türkçe Mani Metinleri; dört cüzden meydana gelen ilk üçü Müller, dördüncüsü Gabain tarafından hazırlanan ve Prusya Akademisince neşredilen Uygurica; Radloff’un hazırlamaya başladığı ve Prof. Malov’un 1928 yılında neşrettiği yedisi Buda, ikisi Mani ve biri Hıristiyanlığa ait olan Uygur Dili Yadigarları; Von le Cog’un 1910 yılında Berlin Akademisi yayınları içinde neşrettiği Mani Dinine Âit Bir Metin Parçası; Bang ve Reşit Rahmeti’nin birlikte 1932 yılında neşrettikleri Eski Turfan Şarkıları ve Reşit Rahmeti Arat tarafından neşredilen Tıbba Dair Eserler parça parça eserlerdir.

Bunlardan başka Altun Yaruk ile İki Kardeş Hikayesi başlı başına eser olarak Uygur Türk Edebiyatı içinde hususi bir değere sahiptir. Altun Yaruk 1697 yılında istinsah edilen Budist Sarı Uygurlara ait olan bir eserdir. Prof. Malov tarafından bulunan eser Budizm’e ait olup, bu dinin akide ve ahlakla ilgili esaslarından bahsetmektedir.

1908 yılında Kansu vilayetinde bulunan İki Kardeş Hikayesi’nin aslı Paris’te Bibliothèque Nationale’dedir. Eser ilk önce Cl. Huart, 1914 yılında da Pelliot tarafından neşredilmiştir. Türkiye’de Hüseyin Namık Orkun, Pelliot neşrine dayanarak Prens Kalyanamkara ve Papamkara Hikayesinin Uygurcası adıyla Dil Kurumu yayınları arasında bastırmıştır. J.R. Hamilton ise eserin Le Conte Bourdhique adıyla son ve mükemmel neşrini yapmıştır.

Turfan Türk Metinleri adlı eserin bunlar içinde ayrı bir yeri vardır. Bilhassa 8. cüzde yer alan Sekiz Yükmek adını taşıyan metin, kelime zenginliği bakımından dikkati çeker. Ayrıca açık bir ifadenin hakim olduğu metinde yer alan mefhumların Türkçede karşılanışı esere ayrı bir değer katar.

İslamiyetten Önceki Türk Edebiyatının örneklerini veren Göktürk ve Uygur metinleri şüphesiz sadece bunlar değildir. Ele geçmeyen ve geçmesi muhtemel metinlerin de olduğunu düşünmek gerekir. Zaten abidelerde kullanılan dilin bir hayli işlenmiş edebi bir dil olması çok öncelerde Türk dili yadigarlarının bulunması gerektiğini düşündürmektedir.

Yalnız Uygurların edebiyatlarının bir devamı olarak teşekkül eden İslamiyetten sonraki eserlerde Uygur yazısı kendisini uzun müddet korur. İslamiyetin kabulüyle alınan İslami Türk yazısıyla atbaşı yürüyen ve ikili bir alfabenin içine giren Türklük alemi, eserlerinde her ikisine de yer verir. Uygur yazısını bilen katipler “bahşı” adıyla anılır ve Uygur yazısı paralarda da görülürdü. Hakaniye Devletinde, Moğol İmparatorluğunda, İlhanlılar zamanında, Timurlular ve Altınordu Devletinde İslami Türk yazısına yer verilmekle birlikte, resmi kitabette daima Uygur yazısı kullanılmıştır. Hatta Anadolu Türkleri de bu yazıyı bilip kullanmışlar ve bu durum Fatih zamanına kadar kendini korumuştur. Bilindiği üzere Fatih Sultan Mehmed Han zamanında bazı yarlıklar bu harflerle yazılmıştır.

Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk adlı eseri bir tarafa bırakılırsa, İslami Türk Edebiyatının başlangıcında yer alan eserler Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakayık, Bahtiyarname, Miracname, Tezkiretü’l-Evliya ve Mir Haydar’ın Mahzenü’l-Esrar tercümesi Uygur yazısıyla yazılan eserlerin başında gelmektedir. Fakat bu eserlerin İslami Türk yazısına yer veren nüshalarını da zikretmek gerekir.

II. İslamiyetten Sonraki Türk Edebiyatı:

İslami devir içinde Türk Edebiyatı ilk mahsullerini 9. asrın ikinci yarısında vermeye başlamıştır. Bunlar içinde ilk büyük eser olarak Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i görülür. İkinci olarak Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk’ü yine aynı devrin eseri olmakla birlikte İslamiyet öncesi Türklükten çeşitli manzumeler, atasözleri vs. gibi türlü metinlere yer vermektedir. Kaşgarlının eseri her yönüyle zenginlik gösterir. Türk dilinden, Türk boylarına, Türk töre ve adetlerine, gelenek göreneklerine ve coğrafyasına geniş yer ayırır. Kutadgu Bilig ise cemiyet hayatını ele almakla birlikte daha çok bir siyaset kitabı durumundadır. Her iki eser de Hakaniye Türkçesiyle yazılmıştır. Fakat Kaşgarlı Mahmud, Hakaniye Şivesinin yanında ikinci bir edebi şive olarak Oğuz Türk Şivesine yer vermektedir.

Oğuzlar 10 ve 11. yüzyıllarda oldukça geniş bir alana yayılmışlar; İrtiş’ten Volga’ya dayanan sınırları Hazar Deniziyle Maveraünnehr arasındaki bütün bir bozkır sahasını içine almıştır. Böylece Orta Türkçe ilk devresinde Hakaniye ve Oğuz edebi şiveleriyle görünüyordu. On iki ve 13. yüzyıllarda ise artık Müşterek Orta-Asya Türkçesi eserlerini verirken, Türklüğün batıya olan göçleri sayesinde Oğuz Türk Şivesi yalnız Selçuklu tebaasında konuşulmaktaydı. Devletin büyük bir cihan hakimiyeti fikriyle hareket etmesi, Müslüman olup, halifeye bağlılığı, İranlıların da aynı bölgede yer alması gibi düşünceler, belki Arapça ve Farsçanın Türkçeye nispetle öne geçmesini sağlamış olabilir. Ancak askeri Türk unsurlardan meydana gelen bir devlette Türkçe, halka ve orduya bağlı olarak yaşamıştır. Böylece Oğuz şivesiyle bu devirde kalıcı bir eser bırakılmamış, bırakılanlar da günümüze kadar ulaşamamıştır. Aynı şive dairesi içinde Müşterek Orta-Asya Türkçesinin doğu ağzı olan Kaşgar ve batı ağzını meydana getiren Harezm ve Sirderya Irmağının güneyindeki yerlerle Yedisu, Merv, Buhara sahası birer kültür merkezi durumuna gelmişler ve pekçok eserin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Aslında bu bölge çeşitli dillerin de kavşak noktası gibi bir hususiyeti muhafaza etmiştir. Bunun yanında Müşterek Orta-Asya Türkçesinin İran ağızları bilhassa Türkmen Türkçesi zikre değer bir gelişme göstermiştir. Altınordu ki kuzey-doğuda Bulgar Devleti, Harezm, Teşt-i Kıpçak bozkırları ile Kırım’dan Bakü’ye kadar uzanan saha, bu Türk illeri içine dahildir. Türkçe burada da geniş bir yayılma sahası bulmuş ve Kıpçak Şivesiyle pekçok eserler verilmiştir.

Yesevi ve onun muakkiblerinden sonra, 13. yüzyıldan itibaren Çağatay Türkçesi, Eski Türkçenin bir devamı olarak bütün bunların merkezi durumuna geçmiş ve Doğu Türkçesi adıyla, kuzeydeki Kıpçak Türkçesini daha sonra kendisinde toplayarak gelişmesini devam ettirmiştir.

Bu durumda İslami devir içinde Türk Edebiyatını;

1. Batı Türkçesinin ortaya koyduğu edebiyat;

2. Müşterek Orta-Asya Türkçesinin takip ederek Kuzey-Doğu Türkçesinin meydana getirdiği edebiyat, olarak ikiye ayırmak icab etmektedir.

Selçukluların dağılmasına kadar bir varlık gösteremeyen ve sadece konuşma dilinde kalan Oğuz Türkçesi, Anadolu Selçuklu Devletinin çöküşü üzerine, ortaya çıkan beyliklerin hükümet merkezlerinde birden bire serpilmeye başlamış ve yeni yeni eserler ortaya çıkarmıştır. Orta Türkçenin Oğuz Kolu böylece Selçuklu Türkçesinden sonra yerini Eski Anadolu Türkçesine bırakmıştır.

Tavaif-i Müluk devri diye adlandırılan bu devrede Anadolu’da çeşitli kültür merkezleri teşekkül etmiş, halkın kültüre yönelmesi, tebaanın terbiyesi müellifleri Türkçe yazmaya zorlamış, beyler de bu hale yardımcı olmuşlar ve Türkçeye gereken değeri vermişlerdir. Karamanoğlu Mehmed Beyin Türkçe üzerinde durmasına rağmen, beylikler içinde kültür faaliyetlerinin en yoğun olduğu beylik Osmanlı ve Germiyan beylikleri olmuştur. Ayrıca bir şair veya müellifin zaman zaman eserlerini birden fazla beye sunduğu da görülmüştür. On üçüncü yüzyılın son çeyreğinde Türkçe, resmi yazışma dili olarak kendisini göstermiştir. Bu şive yukarıda bahsettiğimiz Kaşgarlı Mahmud’un, iki Türk şivesinden biri olan, Osmanlı ve Âzeri gibi iki kolu bulunan Oğuz şivesidir. Yukarıda zikrettiğimiz durumlardan başka eserlerin Türkçe olarak yazılmasında; tarikat büyüklerinin halkı irşad maksadı, müelliflerdeki Türkçe şuuru, ibret alma düşüncesi, mevzuda çeşitlilik arama, meslek gayreti, hayır dua ile anılma ve unutulmama fikri, tercüme gayretleri vs. gibi sebepler büyük rol oynamıştır.

On üçüncü yüzyılda verilen eserler; pek mahdut olmakla birlikte Anadolu Türk birliğinin kurulamaması, aksine pek fazla bir dağınıklık ve başıboşluk yüzünden, çeşitli bölgelerde bir parıltı durumunda kalırlar. Zaten Anadolu’da Türk Edebiyatının ne zaman başladığı da kesin olarak bilinmemekle birlikte; Selçuklular zamanında bir şifahi (sözlü) edebiyatın varlığı daima mevcuttur. Buna kıyasla yazılı edebiyattan söz etmek gerekir. Fakat bu bölgede ilk eserlerin neler olduğu, Türk kültür tarihinin mechulüdür. Devrin içinde bulunduğu kargaşa, öyle sanıyoruz ki, bütün yazılanları almış götürmüş veya yazmaya fırsat vermemiştir. Böylece Anadolu sahasında 11 ve 12. yüzyıla ait eserlere tesadüf edilememiştir.

Ancak 13. asırdan sonradır ki, Anadolu sahasında bazı eserler ortaya çıkacak, asır asır gitgide genişleyecek ve Osmanlıların Anadolu Türk Birliğini kurmalarından sonra bütün bu kültür faaliyetleri Osmanlı sarayına taşınacak ve neticede kesintisiz devam eden ve Türklüğün en büyük yazı dili olan Oğuz Türkçesiyle sayısız eserler vücuda getirilecek, böylece Osmanlılar Türk kültürünün hamisi olarak tarihteki yerlerini alacaktır. Hatta Türk dili devlete izafeten Osmanlıca olarak adlandırılacaktır. Osmanlı edebiyatını hazırlayanların, hangi bölgede bulunurlarsa bulunsunlar, beyliğin kuruluşundan önce ve sonra da olsa, zikredilmesi gerekmektedir. Çünkü Selçuklu ile birlikte gelen kültür mirası bu devirde her beyliğe ışık tutmuş ve Klasik Türk Edebiyatının inkişafına temel teşkil ederek geniş rol oynamıştır.

Oğuz Türkçesi bu devirden itibaren batıda Osmanlı, doğuda Âzeri olmak üzere iki edebiyat ortaya koymaktadır. Ancak bu edebiyatın 15. asra kadar olan zamanı aynı daire içine alınmaktadır. Daha sonra dilde görülen ikili kullanışları her saha kendine göre umumileştirmiş ve bazı ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Dildeki bu ayrılıklarda coğrafya da göz önüne alınırsa, gitgide daha geniş ve belirli farklılıkların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Onun içindir ki, Batı Türkçesi Osmanlı ve Âzeri edebiyatı gibi iki edebiyat ortaya koymuştur. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türklüğün en büyük yazı dili olan ve kesintisiz eserlerini veren Osmanlı Türk Edebiyatının tesiri bütün Türk illerinde her zaman varlığını korumuştur. Bunun yanında Osmanlı şairleri, diğer Türk illeriyle irtibatı kesmemek gayreti ve düşüncesine binaen Doğu Türkçesiyle şiirler de yazmışlardır.

A. Osmanlı Türkçesi Edebiyatı:

On üçüncü yüzyılda karşılaştığımız simaların başında, eserlerinde yer yer Türkçe kelimelere ve mülemmalara yer veren Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273) görülmektedir. Bunu takiben oğlu Sultan Veled’in (1226-1312) Türkçe manzumeler yazması, ayrıca hakkında pek fazla bilgi bulunmayan, Behaeddin Veled’in talebelerinden olduğu söylenen Ahmed Fakih’in, dünyanın geçici ve rüya olduğunu konu edinen 83 beyitlik Çarhnamesi ile Evsaf-ül-Mesacid adlı mesnevileri, bu asırda zikredilmesi gereken eserlerin başında gelmektedir. Şeyyad Hamza ise ilk defa Yusuf ile Zeliha mesnevisini vermek ve dini şiirler yazmakla bu asrın bir başka simasıdır. Ayrıca 79 beyiti bulunan Dasıtan-ı Sultan Mahmud adlı mesnevisi zikre değer bir eserdir. Diğer yandan tasavvufi ve dini konuları işlemekle birlikte İran şiir hususiyetini taşıyan, gazellerinde mazmunlara yer vererek Klasik Edebiyatın temelini ve nüvesini teşkil eden ve Divan Şiirinin ilk temsilcisi sayılan Hoca Dehhani bu asrın kayda değer şairlerindendir.

Yine bu yüzyılda Seyyid Battal Gazinin hayatını ele alan Battalname ile Danişmend Ahmed Gazi etrafında teşekkül eden destani eser Danişmendname yazıya geçirilmiştir ve Hoca Nasreddin ise (1208-1284) keskin zekasıyla asrı süslemiştir.

Yunus Emre (1204-1320) ise 13. asrın ikinci yarısı ile 14. yüzyıla taşan, yalnız devrinin değil, her zaman ve her yerde kendisini kabul ettiren, edebiyatımızın en büyük şairlerinden biridir. Bize yadigar olarak bıraktığı, dili pek açık ve anlaşılır olan Divan’ına bakılırsa onun tahsili, İslami ilimlere vakıf bir Türk dervişi olduğu, pekçok yerleri dolaştığı kanaatine varılır. Risaletü’n-Nushiyye adlı ikinci eseri öğretici (didaktik) bir mesnevi olup, 573 beyit ihtiva etmektedir. O, en çok eserlerinde ilahi aşkı, varlık-yoklukla hayat ve ölümü işlemiştir. Bilhassa ölüm temasını onun kadar içli ve samimi işleyen şair pek azdır. Yalnız kendisinden sonra bazı Yunuslar ortaya çıkmış ve şiirleri onlarınkiyle karıştırılmıştır. Bunlar içinde Âşık Yunus ve Derviş Yunus başta gelmektedir.

On üçüncü yüzyılın bir başka eseri, Şeyyad İsa’nın 343 beyiti ihtiva eden Ahval-i Kıyamet adlı mesnevisidir. Bütün bunlara ilave olarak Şeyh Sanan’ı anlatan Şeyh Abdurrezzak Destanı’nı belirtmek gerekir.

On dördüncü yüzyıl edebiyatı:

On üçüncü asra nispetle eserlerin bir hayli çoğaldığı görülür. Konuda ve türde çeşitlilik artmış, bu yüzyılda artık edebiyatımızda Yunus’tan sonra başka divanlar da görülmeye başlamıştır. Bilhassa mesnevi vadisinde yazılan eserler bu devrin edebi hareketine çeşitlilik kazandırmışlar ve canlılık getirmişlerdir. Gerçekte bu yüzyıl Klasik Türk Edebiyatının kuruluş çağıdır. Dini-tasavvufi, ahlaki konular dışında eser veren şairler çoğalmış ve din dışı mesneviler bir hayli fazla yazılmıştır. Manzum aşk ve macera hikayeciliğine yer verilmesi, mesnevi tarzının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu fikirden hareket edersek Klasik Türk Edebiyatı, divanla değil mesneviyle başlamıştır denilebilir. Çünkü pekçok mesnevinin yanında görülen divanlar çok azdır. Yunus Emre eserleriyle bu asra da taşmıştır. 1307 yılında yazdığı 562 beyti bulan Risaletü’n-Nushiyye’si asrın ilk mesnevisi olarak karşımıza çıkar. Yalnız bazı mesnevilerin gazellere yer vermeleri belki divanların ortaya çıkmasında bir basamak teşkil etmiş olabilir. Dini-destani mesneviler edebi ve ilmi mahiyetteki mesnevilere nispetle daha fazla görülür. Fakat bazı mesnevilerin, başta Hurşidname olmak üzere bir siyaset kitabı hüviyetinde oldukları da bir gerçektir.

14. yüzyılda yazılan mesnevilerin sayısı, ele geçmeyenler hariç, elli sekizi bulmaktadır.

Bu mesnevilerden bazıları beyler adına yazılmıştır. Bunlardan; Kastamonulu Şazi’nin Maktel-i Hüseyn’i, Candar hükümdarı Celaleddin Şah Bayezid’e (ölm. 1385); Kemaloğlu İsmail’in Ferahname’si Mir Gazi’ye, Tabiatname Aydınoğlu Umur Beye (1309-1348) sunulmuştur. Fakat asrın iki büyük mesnevisi, her ne kadar Germiyan sahasında yazılmışsa da, Osmanlı sarayına intisap eden şairler tarafından Osmanlı hükümdarlarına sunulmuştur. Bunlardan biri Şeyhoğlu Mustafa’nın yazdığı Hurşidname olup, Yıldırım Bayezid Hana sunulmuştur. Diğeriyse Germiyan beyi Süleyman Şah adına yazılmaya başlanmış, fakat Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman (1402-1410)a sunulmuş olan, arkasında büyük bir Osmanlı Tarihi’ne de yer veren Ahmedi’nin İskendername’sidir. Yine devrin siyasetnameleri arasında mühim mevkii olan ve Şeyhoğlu Mustafa tarafından yazılan Kenzü’l-Kübera ve Mehekkü’l-Ulema adlı eser, önceleri Germiyan sonraları Osmanlı sarayında vazife gören Paşa Ağa bin Hoca Paşaya sunulmuştur. Bu eser ihtiva ettiği manzumelere bakılınca kısmen bir tezkire hüviyetine sahiptir.

Bu yüzyılda Türkçecilik şuuruyla karşılaşılmaktadır. Şairlerin hemen hepsi bu açıdan eserlerini vermeye çalışırlar. Onlar yepyeni bir edebiyat vücuda getirirken asrın Türkçecilik cereyanı içine ister istemez girmişler ve Türkçe hakkında, eserlerinde, çeşitli görüşlere yer vermişlerdir. Bu itibarla Anadolu’da bir milli edebiyat çağının açılmasında rol oynamışlar ve millete değer vererek, kalıcı eserler bırakmayı başarmışlardır.

Anadolu sahasında olmaları bakımından, siyasi birliğin yanında ve sonradan Osmanlıların gayretiyle kültürde de sağlanan birlik gözönüne alınınca bu asrın bütün şair ve müelliflerini, hangi sahada olursa olsunlar, Osmanlı Türk Edebiyatına bir başlangıç olarak almak gerekecektir. Yukarıda da belirtildiği gibi 14. yüzyıl eserleri de mesnevi vadisinde gelişmiştir. Bu asırda, müellifi ve telif tarihi bilinen, sadece müellifinin belli olduğu ve her ikisinin de şüpheli olarak kaldığı mesnevilerin sayısı 58 civarındadır. Buna mukabil divan sayısı ona ulaşmaz.

Türkçecilik şuuruyla eser veren müelliflerin başında asrın Türkçe aşığı şair Gülşehri gelmektedir. Kırşehirli olan Gülşehri’nin hayatı hakkındaki bilgiler kati değildir. Türkçe yazmakla ve eser bırakmakla övünen bu şair, Felekname’sini 1301 (H.701) ve Mantıkuttayr’ını 1317 (H. 717) yılında yazmıştır. Kırşehir’de zaviye sahibi ve müridi oldukça fazla olan bir şeyhtir. Mantıkuttayr’ını yazdığı zaman yaşı bir hayli ilerlemiştir. 1317 tarihinden itibaren hayatta olup olmadığı da belli değildir. Hulvi Mahmud Cemaleddin 1653 (H. 1064) Lemezat adlı eserinde onu Ahi Evren’in halifesi olarak göstermiştir. Mantıkuttayr her ne kadar Feridüddin-i Attar’ın eserinden tercüme gibi görünür ve onun ismini taşırsa da Gülşehri eserini aynen tercüme etmemiş, te’lifi bir yol tutmuştur. Bunun yanında Mesnevi-i Şerif, Kelile ve Dimne, Kabusname ve Esrarname gibi eserlerden aldığı, parçalarla Mantıkuttayr’ı zenginleştirmiş ve konusunu genişletmiştir. Aruz vezniyle yazılan eserin diğer adı Gülşenname’dir. Gülşehri eserini Türkçenin kudretini ölçmek için yazmıştır. O hemen her bendin sonunda kendi ismine övünerek yer vermiş, Türkçeyi ve dilini de ortaya sürmeyi ihmal etmemiştir. Buradan da ondaki Türkçe sevgisinin hiçbir şair ve nasirle kıyaslanmayacak derecede oluşu ve dil sevgisi; sonradan gelecek şair ve nasirlere de sıçramış olabilir. Asrında ve daha sonraki yüzyıllarda Türkçe yazan şair ve sanatkarlar, eserlerinde bazı özürlere yer verirken, Gülşehri Türkçe yazmakla övünmekten kendini alamaz. O,

“Sözü Gülşehri diliyle söylerüz”

derken, Türkçe yazmakta bir çığır açtığını da ihsas ettirmekte ve kendisinden sonra gelen şairlere bir öncü durumunda karşımıza çıkmaktadır. Belki bir buçuk asır sonra başlayacak olan Türki-i Basit cereyanının ilk mübeşşirlerinden olmak şerefi de Gülşehri’ye aittir.

Mantıkuttayr temsili bir eserdir. Çeşili sebeplerle, ekseriya Hüdhüd’ün ağzından nasihata yer verdiği gibi, dini ikazlarda da bulunmaktadır. Fakat eser asıl olarak münazara tarzında olup, akıcılığını ve sürükleyiciliğini bu durumdan almaktadır. Bundan başka, öğretme açısından tasavvufi merhale ve ıstılahlar önde gelmekte ve eser tasavvufi talimi bir hüviyet kazanmaktadır. Edebiyat tarihinin içinde ve asrına göre değerlendirilince, 15. yüzyılda üstad olarak kabul edilen ve tesiri 17. yüzyıla kadar devam eden Gülşehri’nin Mantıkuttayr’ı başarılı bir eser olarak karşımıza çıkmakta ve Türkçeye yer verdiği fikir ve işleyiş tarzı yönünden de devrinin abidesi olarak görülmektedir.

Gülşehri’nin, Felekname ve Aruz Risalesi adında iki eseri daha vardır. Lakin bunlar Farsça olarak yazılmıştır. Türkçe olarak 10 civarında gazeline de rastlanmıştır.

Âşık Paşa (1271-1332 H.670-733): 1329-30 (H.730) yılında tamamlanan Garibname adlı mesnevisi, Risaletün-Nushiyye, Mantıkuttayr gibi mesnevilerden sonra üçüncü fakat hacmi büyük bu eseriyle ve; Türkçecilik fikriyle karşımıza çıkar. Aslen Horasanlı ve nüfuzlu bir aileye mensup olan Âşık Paşanın asıl adı Ali’dir. Baba İlyas’ın torunu ve Baba Muhlis (Muhlis Paşa)in oğludur. 1272 yılında doğmuş, devrine göre iyi bir tahsil görmüştür. Kırşehir’de yerleşen Âşık Paşa, büyük nüfuzu ve pekçok müridi olan bir şeyhtir. Eserlerinin dili devrine göre sadedir. Fakat onun kudret ve şöhreti, şairlik ve sanatından değil, şeyhliğinden ileri gelmektedir. Eserlerinde tasavvufa geniş yer vermiş ve bu hususu sünni akideye bağlı olarak terennüm etmiştir. Böylece devrinin sufi bir şairi olarak görülmüştür. 1330 yılında yazdığı Garibnamesi 10.312 beyittir ve pekçok nüshası mevcuttur. Eser, failatün failatün failün olarak baştan sona kadar bu vezinle yazılmıştır. Garibname on bab üzre tertip edilmiştir. Her babda bir sayı ele alınmış ve bu on ile son bulmuştur. Bu bir bakıma, neyin nerede bulunacağını da işaret etmektir.

Garibname gerek şekil, gerekse muhteva bakımından üstün bir eserdir. On babdan ve her on bab da on destandan meydana geldiği göz önüne alınırsa onlu bir tasnife yer verilmiştir. O, bunun sebeplerini ayrıca eserinde ele alır. Mantıkuttayr’da olduğu gibi Garibname’de de Celaleddin-i Rumi hazretlerinin tesiri açık olarak görülür. Tasavvufi olmasının yanında dini ve ahlaki yanı ağır basan, telkine geniş yer veren ve öğretmeyi gaye edinen bir eserdir.

Âşık Paşa, bir nevi i’tizar içinde de olsa, Türkçecilik şuuru köklü bir şairdir. Gerçekte o, devri için ortaya koyduğu eserleriyle Türkçeye büyük hizmette bulunmuş ve Türkçenin eksik taraflarını da söylemekten çekinmemiştir. Her şeyden önce Âşık Paşada bir dil düşüncesi ve gramer fikrinin olduğunu ve diğer dillerle kıyaslayarak bu fikre ulaştığını zikretmek gerekir.

Bütün bunlara ilave olarak; 201 beyti bulan ve “Fakirlik iftiharımdır.” hadis-i şerifini işleyen Fakrname; 33 beyitlik küçük bir mesnevi olan ve zamanı; geçmiş, hal ve gelecek olarak üç kısımda ele alan 1333 yılında yazdığı Dasıtan-ı Vasf-ı Hal yine 59 beyitlik küçük bir mesnevi olan Hikaye Risalesi Âşık Paşanın diğer küçük mesnevilerini meydana getirirler. Kimya Risalesi ise onun başka bir eseridir. Âşık Paşa sadece aruzla değil heceyle de şiirler yazmıştır. Bunların sayısı yetmişe ulaşmaktadır. Fakat aruz ve hece karışıktır.

Hoca Mesud ve eserleri: Asrın ortalarında Süheyl ü Nevbahar ve Ferhengname-i Sa’di adlı eserleriyle tanınan Hoca Mesud, bu devirde bilhassa mesnevi edebiyatının değerli simaları arasında yer almıştır. Yeğeni İzzeddin Ahmed’le birlikte 1350 (H.751) yazdığı Süheyl ü Nevbahar ilk eserini teşkil eder. Eser daha çok manzum aşk ve macera hikayeciliği içinde yer almaktadır. İlk bin beytini yeğeni İzzeddin Ahmed, geriye kalan 4661 beyti de Hoca Mesud yazmıştır. Feulün feulün feul vezninde olan eser 5669 beyittir. Eserde, daha sonraki mesnevilerde sık sık görüleceği üzere Süheyl ile Nevbahar’ın ağzından söylenilen gazeller vardır. Bu gazellerin vezni asıl eserin vezniyle aynı değildir. Konusu Fars edebiyatından alınan eserin aslına rastlanamamıştır. Eser Yemen hükümdarının oğlu Süheyl ile Çin hükümdarının kızı Nevbahar arasında geçen derin aşkın hikayesidir. Bu itibarla romantiktir. Bazan didaktik unsurlara yer verilen eserde, gerçeğe uymayan masal unsurları da bulunmaktadır. Fakat bunlar pek fazla olarak eserde yer işgal etmez ve göze batmazlar. Eserin işlenişi bu kabil masal unsurlarını örtmeyi başarmıştır. Asıl mühim mesele Süheyl ü Nevbahar’ın saraylara yer vermesi ve idare sistemini ve tebeayı ele alması, devrine göre bir nevi siyaset tarzını da ortaya koymaktadır. Eser, dili bakımından mühimdir. Kelime hazinesi de zengindir.

Ferhengname-i Sa’di adlı ve 1073 beyitlik eserine gelince; bu eser Şeyh Sa’di-i Şirazi (ölm. 1292/H.691)nin Bostan adlı kitabının tercümesidir. Eserin Farsça aslı 4184 beyittir. Hem asıl hem de tercüme feulün feulün feulün feul vezniyledir. Hoca Mesud bu eseri 1354 (H.755) yılında tamamlamıştır. Eser Süheyl ü Nevbahar’a nispetle, sanat yönünden sönük kalır. Fakat dil tarihi itibariyle kıymetini muhafaza etmektedir.

Konu itibariyle nasihat tarafı ağır basar. Bostan’ın bütününün tercümesi olmayan eser, bir nevi seçme tercüme hüviyetindedir. Şair müntehabatında (seçmesinde) eserin asıl tertibine riayet etmemiş, yerine göre, hikayelerin seçiminde takdim tehir de yapmıştır.

Elvan Çelebi: Âşık Paşanın oğlu olan Elvan Çelebi 2084 beyti bulan Menakıbu’l-Kudsiyye fi-Menasibi’l-Ünsiyye adlı mesnevisini 1359 (H.760) yılında yazmıştır. Eser tam bir mesnevi olmakla birlikte, içinde terci-i bend ve kaside tarzında manzumelere de rastlanır. Elvan Çelebi, asrın önde gelen şairleri arasındadır. Onun köklü ve kültürlü bir Türk ailesine mensup olması, yetişmesinde mühim rol oynamıştır. Edebiyatımızda ihtiva ettiği manzumelerle, bir tezkire hüviyeti taşıyan Kenzü’l-Kübera ve Mehekkü’l-Ulema’da da adı geçmektedir. Hayatı hakkında geniş ve kati bilgi azdır. Babası ve dedesi gibi devrinde epeyce tanınmış mutasavvıf bir şairdir. Cezbe sahibi ve ulu bir şeyh olduğu kaynaklarda yer almıştır. Sünni olan Elvan Çelebi tasavvuf terbiyesini babasının halifeleri arasında yer alan ŞeyhülislamFahreddin’den almıştır. Gerek yaşayışı gerekse şiiriyle tesiri 16. yüzyıla kadar sürmüştür. Hatiboğlu ve Muhyiddin Çelebi gibi şairler ona eserlerinde yer vermişlerdir. Elvan Çelebi yanında Elvan Paşa adıyla da anılan şairin şairliği vasattır. Hayatı Çorum ve Kırşehir yörelerinde geçmiş tekke ve zaviye sahibi bir sufidir. Doğum tarihi gibi ölüm tarihi de kesin bilinmemektedir. Adından da anlaşılacağı üzere menakıp türünden bir mesnevi olan eserde; Seyyid Ahmed-i Kebir-i Rifai, Baba İlyas-ı Horasani ve oğulları gibi bazı zevata yer vermiştir.

Asrın diğer bir şairi 1362 (H.763) yılında yazdığı ve edebiyatımızda Maktel türünün öncüsü durumunda olan Kastamonulu Şazi’dir. Hazret-i Hüseyin’in şehadetini konu alan eseri, 3313 beyitlik bir mesnevidir. Vezni failatün failatün failün’dür ve eserde yer yer aynı vezinle yazılmış gazeller de yer almaktadır. Eser on meclisten ibarettir. Hayatı hakkında fazla bilgi olmayan Kastamonulu Şazi’nin bu eseri Maktel-i Hüseyin nev’inin Türkçede ilk örneği olarak görülmektedir. Hatime kısmındaki beyitler onun Mevlevi bir şair olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.

Asrın ikinci yarısında görülen diğer bir mesnevi, mevzuunu Kur’an-ı kerimden alan ve kendisine gelinceye kadar birkaç defa başka şairler tarafından işlenen, hemen hemen aynı adı taşıyan Yusuf ile Zeliha (Kıssa-i Yusuf) mesnevisidir. Erzurumlu Mustafa Darir bu eserini 1367 (H.768) yılında yazmış ve hazret-i Yusuf’un hayatını ele almıştır. Erzurumlu Darir bununla da kalmamış derin siyer ve tarih bilgisinin verdiği imkan sayesinde hazret-i Peygamber’in hayatını kültür tarihimizde, Türkçe olarak 3-4 cilt halinde Siyer-i Nebi adıyla yazmış, Fütuhuş-Şam Tercümesi; adlı eserinden başka yine hadis sahasında Yüz Hadis adında diğer bir eser de bırakmıştır. Dili gayet açık, akıcı, samimi ve sohbet havası içinde olan Erzurumlu Mustafa Darir’in, Âzeri sahasında yetişse bile, Osmanlı Türkçesiyle eser verdiğini zikretmek gerekir. Aynı yıllarda Meddah Yusuf, Varaka ve Gülşah adlı 1559 beyitlik eserini yazmıştır. 1368 (H.918). Eser hazret-i Peygamber devrinde yer alan ve Beni Şeybe adlı bir kabilede büyüyüp yetişen Varaka adlı oğlanla, Gülşah adlı kızın arasında geçen hadiseleri işler. Eser romantik, acıklı, belirli bir kısma kadar gerçekçidir. Daha sonra hazret-i Peygamberin mucizesi karışmaktadır.

1372-73 (H.774) yılında Ümmi Îsa tarafından yazılan ve 800 beyitten meydana gelen Mihrü Vefa ile, ondan daha küçük bir mesnevi olan ve 350 beyti bulan İbrahim’in Dasitan-ı Yiğit 1379 (H. 781) adlı eserlerin zikrinden sonra, asrın büyük mesnevileri içinde yer alan Hurşidname (Hurşidü Ferahşad) 1387 (H.789) üzerinde durmak yerinde olacaktır. Şeyhoğlu Mustafa 7903 beyit olan bu eserinde Türkçenin kudretini ölçmüş ve dili işlemiştir. Eser Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazılmaya başlamışsa da Yıldırım Bayezid Hana takdim edilmiştir. Eser daha çok Hurşid ile Ferahşad arasında geçen, masal unsurlarına yer veren, aynı zamanda siyasetname cinsinden bir eserdir. Mesnevinin en belirgin yönü beşeri aşkı terennüm etmesidir.

Devrin mesnevi cinsinden bir başka eseri 1387 (H. 789) yılında Kemaloğlu İsmail tarafından yazılan Ferahname’dir. 3030 beyit olan bu mesnevi Mir Gazi’ye ithaf olunmuştur. Ahmed’in Işknamesi (Tuhfename) ise 15. asrın en son mesnevisi olarak karşımıza çıkar. 1397 (H.800) yılında yazılan eser Kıpçak şivesinden aktarılmıştır. 8702 beyittir. Uzun bir aşk hikayesi durumundadır.

Mevzu çeşitliliğinin ve hayal genişliğinin verdiği imkanlar bu yüzyılda irili ufaklı pekçok mesnevinin yazılmasına sebep olmuştur. Tursun Fakih’in 510 beyitlik Muhammed Hanefi Cengi ile Gazavat-ı Resulullah gibi 673 beyitlik mesnevileri gelmektedir. Ayrıca asrın diğer mesnevileri Hazret-i Hadice Mevlidi; Kirdeci Ali’nin Güvercin Destanı, Kesikbaş ve Ejderha Destanları ile Hikaye-i Delletü’l-Muhtel adlı masal unsurlarına yer veren eserleri vardır. İzzetoğlu’nun Tavus Mucizesi, Sadreddin’in Mucize-i Muhammed Mustafa’sı ve Destan-ı Geyik adlı eseri aynı tip eserlerdir. Bunlara ilaveten Kayserili Îsa’nın Dasitan-ı İbrahim’ini; Ömeroğlunun Şefaatname’si; Mehmed Yusuf’un, Dasitan-ı İblis, Hikayet-i Kizu Cehuh ve Kadı ile Uğru Destanı’nı; Yıldırım devri şairlerinden Niyazi-i Kadim’in Mansurname’sini Sule Fakih’in Yusuf ve Zeliha’sını, Pir Mahmud’un Bahtiyarname’sini ve müellifi bilinen ve bilinmeyen pekçok mesnevinin bu asırda yazıldığı görülmektedir. Bu asırda yazılan mesnevilerin sayısı bir hayli fazla olup, bunlar kısmen kurulmakta olan Divan Edebiyatı ile Halk Edebiyatı arasında gerek mevzu gerekse tür itibariyle bir köprü teşkil ederler. Fakat, bunun yanında bir milli benlik ve arayış da devrin eserlerinde görülür. Ayrıca eserlerde mevzuu dine dayandırma ağır basar. Kaygusuz Abdal ise Halk Edebiyatı içinde tekke tarafında bulunan Yunus Emre’nin uzantısı durumundadır. Ayrıca Dede Korkut Hikayeleri önceki asırda teşekkül etmelerine rağmen bu asırda yazıya geçirilmiştir.

Osmanlı Türkçesinin, Âzeri Türkçesiyle kati ölçülerle ayrılmadığı, Batı Türkçesinin bu merkezi devrinde başta Kadı Burhaneddin olmak üzere, sonradan Âzeri Edebiyatı içinde yer alacak olan diğer şairleri ve eserlerini de zikretmek bu yüzyılın umumi karakteri bakımından gereklidir. Bunlar arasında hakkında yukarıda yer ayırdığımız Erzurumlu Mustafa Darir, Osmanlı sahasına yakınlık yönünden diğerlerinden ayrılır. Asrın bir başka şairi divan sahibi Nesimi bulunmaktadır. O divanında, heyecanlı ve ateşli bir edaya, sanatlı ve ahenkli bir söyleyişe yer vermiştir. Gazellerinden başka Tuyuglar da yazmıştır.

On beşinci yüzyılda Osmanlı Edebiyatı: On dördüncü asırda gelişmiş ve temelini atmış bir edebiyattır. Çeşitli kültür merkezlerinde de olsa, teşekkülü 15. yüzyıla bir geniş ufuk verebilmiştir. Bu asrın hemen başında Ankara Savaşı (1402) gibi bir hadisenin bulunması, Anadolu siyasi birliğinin kurulmasını geciktirdiği gibi, kültürdeki dağınıklığın da devam etmesine sebep olmuştur. Böyle olmasına rağmen, ekseri zamanlarını Frenklere ayırmış bir beyliğin, bu yönüyle diğer beyliklerden apayrı bir tarafının bulunması ve cihad aşkının ötekilere galebe çalması ve Müslüman Anadolu Türklüğünün kalbinin Osmanlı Beyliğinin merkezine meylini temin etmiştir. Çünkü beylikler arasındaki kavgalar boş ve manasızdır. Fakat Osmanlı Beyliğinin mücadelesi bunlardan uzak olup, onlarınkine benzememektedir. Sultan Alaeddin de onları bu gayeyle birleştirmiştir. Zaten Germiyan Beyliği gibi beyliklerin, her ne halde bulunursa bulunsun, Osmanlıya tabiiyyeti, diğer beyliklerin de birliğe yönelmesinde örnek teşkil etmiştir. Bu bakımdan, daha önce Şeyhoğlu Mustafa’da görülen hususlar, başta Ahmedi olmak üzere Germiyan’da yetişen diğer şairlerde de görülmüştür. Geçen asra nispetle 15. yüzyılın farkı, edebiyatta mesnevi türünün devam etmesinin yanında, nesir eserlerin ve divanların fazlalaşması, milliliğe önem verilerek tarih şuurunun açığa çıkması ve Osmanlı tarihinin yazılmaya başlamasıdır.

Daha asrın hemen başında Germiyanlı Ahmedi (ölm. 1412-13/H.815), 1390 (H.792) yılında yazmış olduğu İskendername adlı 8760 beyitlik eserini, Yıldırım Bayezid’in büyük oğlu Emir Süleyman’a (1402-1410) sunmuştur. Şair mevzuunu Nizami’den almış İskender’in hayatına yer vermiştir. Altı bölümden meydana gelen eserin son bölümü Osmanlı Melikleri Sülalesinin tarihini teşkil etmektedir. Nihad Sami Banarlı tarafından 1939 yılında Dasitan-ı Tevarih-i Âl-i Osman ve Cemşidü Hurşid Mesnevisi adıyla yayınlanan eser Osmanlı tarihini manzum olarak vermektedir. Eserin tamamı siyasetnameye yakın olup, ansiklopediktir. Ahmedi bu eserinden başka 15. asra Divan ile giren şairlerin başında gelmektedir. Onun Cemşidü Hurşid adlı mesnevisi de Çelebi Sultan Mehmed’e sunulmuş olup, 4800 beyittir. Bu eser ise daha çok aynı asırda yazılan Tutmacı’nın Gül u Husrev’i gibi aşk mevzuunu işleyen bir eserdir. Zaten bu asırda 14. yüzyılda olduğu gibi dini mesneviler ağırlık kazanır. Bunların başında yine Ahmedi’nin ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gelmektedir. Didaktik ve nasihatname türünden eserler bu asırda da görülmektedir. Ayrıca tasavvufi eserler de mevcuttur.

Sultan İkinci Murad Hanın saltanatına kadar mesnevi vadisinde verilen eserlerin yirminin üstünde olduğunu söylemek gerekir. Bunlar içerisinde hemen hepsinin; gerek mevzu, gerekse konuyu işlemeleri yönüyle, ayrı ayrı kıymetlerinin olduğunu belirtmek yerinde olur. Fakat gerek asrında gerekse bütün bir Osmanlı Türk Edebiyatında varlığını sürdürecek ve günümüze kadar Türk milleti tarafından tutulacak olan eserlerin başında Süleyman Çelebi’nin 1410 yılında tamamladığı ve Bursa’da yazdığı Mevlid’i (Vesiletü’n-Necat) gelmektedir. Mevzuda çeşitlilik itibariyle Yazıcı Salih’in Şemsiyye’si, Ahmedi’nin Tervihü’l-Ervah’ı zikredilmesi gereken eserlerdir. Asrı, eserleriyle süsleyen şairler içinde yer alanlardan birisi de Ahmed-i Da’i’dir. Onun Çengnamesi, Tıbba dair yazdığı Tervihü’l-Ervah’ı Emir Süleyman’a sunulan eserlerdir. Ayrıca Viysü Ramin adlı eserini padişahın emri üzerine tercümeye başlamışsa da ömrü vefa etmemiştir. Camasbname Tercümesi ile Vasiyet-i Nuşirevan ve Mansurname onun diğer eserleridir. Türkçe, müretteb olmayan Divan’ı da mevcuttur. Farsça divanı ile eserlerinin sayısı 10’u bulmaktadır. Bunlardan Cinan-ı Cenan, Miftahü’l-Cenne, Sıracü’l-Kulub ve Tıbb-ı Nebevi Tercümesi mensurdur.

Sultan İkinci Murad Han, bu asrın ikinci çeyreğinde ilim ve kültür hayatına büyük bir canlılık getirmiştir. Sanata, ilme ve fenne düşkünlüğü, şairliği, ilim adamlarına verdiği kıymet sayesinde artık Osmanlı Sarayı, Türk ve İslam dünyasının merkezi olma yolundadır. Kuruluşundan beri devletin hayatında görülen kültür faaliyeti ancak onun zamanında şahsiyetini bulmuş ve pekçok eserin, milli açıdan yazılmasına ve tercüme edilmesine sebep olmuştur. Osmanlının önde gelen iki büyük kültür padişahından birincisi olmak şerefi ona aittir. Gerçekten devrinde yazdırdığı eserler ve Türkçeye olan düşkünlüğü, konuları alim ve şairlere dağıtması, hatta tetkikiyle Sultan İkinci Murad Hanın Türk kültür tarihi içinde müstesna yeri vardır. Bu bakımdan devrinin alim ve şairleri, eser te’lif ve tercümesinde bir nevi yarış içine düşmüşler. Sultan Adına; manzum ve mensur olarak, pekçok eserin ortaya konulmasına ve Osmanlı edebiyatının gelişip serpilmesine sebep olmuşlardır.

Ebü’l-Hayr lakabını alan bu kültür padişahı bütün anlatılanların üstündedir. Onun üstünlüğü oğlu Mehmed’e olan öğütlerinde ve Vasiyetnamesinde de açıkça görülür. Fakat o, her şeyden önce dindar bir padişahtır, muvaffakıyeti, hatta iki defa tahtı oğluna bırakması da ona bağlıdır.

Devrinde Osmanlı sarayı ilmin ve sanatın ve ışığın merkezi olmuştur. Onun etrafında Hacı Bayram-ı Veli, Emir Buhari gibi devri ahlaki yönden dirilten ve cemiyetin terbiyesini üstlenen büyükler; Molla Gürani, Alaeddin-i Tusi, Şerafeddin-i Kırımi, Kırımlı Seydi Ahmed, Alaeddin-i Semerkandi, Acem Sinan, Alaeddin Ali Arabi, Fahreddin-i Acemi ve Seydi Ali Acemi gibi Arabistan’dan, Türkistan’dan ve Kırım’dan gelmiş alimler bulunmaktadır. Bunların çoğu bilhassa Seyyid Şerif Cürcani ve Teftazani’nin talebeleri olmuşlardır.

Bunlara ilave tarikat ehli olan bu dirayetli padişahın devrinde, başta Bayramilik olmak üzere Zeynilik ve Mevleviliğin sarayda yer tutması da zikredilebilir. Bu açıdan bakılınca, o, Mesnevi’nin ilk tercüme ve şerhini yaptırdığı ve adına izafeten Mesnevi-i Muradiyye lakabı ile anılmaktadır. Gerçekten Sultan İkinci Murad Han zamanı Türk Milletinin içtimai hayatında Hacı Bayram-ı Veli, Akşemseddin, Eşrefoğlu Rumi gibi büyük sufilerin bulunduğu, tasavvufa temayülün fazlalaştığı, Zeyniyye ve Mevleviyye tarikatlarının, yüksek mahfillerde rağbet gördüğü ve Bayramiliğin çok yayıldığı bir devirdir.

Tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı padişahları içinde ilk şiir söyleyen de İkinci Murad Handır. Zamanında Türk-Siyasi Birliğinin kurulmaya başlamasıyla kültür ve sanat faaliyetleri de artık Osmanlı sarayına taşınmıştır. Bu itibarla Sultan İkinci Murad Han adına pekçok manzum ve mensur eser yazılıp, ithaf edilmiştir. Devrinde yazılan mesneviler konu itibariyle daha ziyade dini tasavvufi, aşk ve macera, tarihi-hamasi, ahlaki ve dini, destanımsı-efsanevi, nasihatamiz, ansiklopedik ve mizahidirler. Bunlar sırasıyla Balıkesirli Devletoğlu Yusuf tarafından 1424-25 (H.827) yılında yazılan ve bir ilmihal olan 6960 beyitlik Kitabü’l-Beyan’dır. Eser, dini tabir, terim ve deyim bakımından zenginlik gösterir. Vikaye Tercümesi olarak da anılır.

İkinci olarak Muhammed Hatiboğlu’nun 1425 (H.829) yılında yazdığı, yüz hadis ve yüz hikayeyi ihtiva eden 6092 beyitlik Ferahnamesi gelmektedir. Eser dini, didaktiktir. Tercüme olup, aslı Arapçadır. Açık bir dile sahip olan eser, ayrıca hem Karamanoğlu İbrahim Beye hem de İsfendiyar bin Bayezid’e sunulmuştur.

Gülşen-i Raz devrin bir başka eseridir. Şeyh Elvan-ı Şirazi tarafından 1425-26 (H.829) yılında telif edilmiş olup, 2854 beyittir. Mürettep bir eserdir. Mevzu olarak Mahmud-ı Şebüsteri’den alınmıştır.

Ansiklopedik bir eser olan ve elli bir babı ihtiva eden Muradname’ye gelince; 10.410 beyittir. 1427 (H.830) yılında tamamlanan bu eser devrin önde gelen hacimli eserleri arasında yer alır ve dil itibariyle sadelik gösterir.

Hüsrev-i Şirin, 7053 beyit olup, devrin büyük şairi Hacı Bayram-ı Veli’nin müridi ve Seyyid Şerif Cürcani’nin ders arkadaşı, şöhreti 19. asra kadar devam etmiş olan, Şeyhi mahlasını kullanan, meşhur tabib Yusuf Sinaneddin tarafından yazılmıştır. Yalnız sondan 109 beyitlik kısmı yeğeni Cemali, tarafından yazılmıştır. Şeyhi, eserin mevzuunu, Nizami’nin aynı ismi taşıyan mesnevisinden almıştır. Eserde yer yer gazeller de görülmektedir. Hissi bir aşk hikayesi şeklinde olan eserde zaman zaman nasihat ve tasavvufi bahisler de görülür.

Şeyhi’nin mesnevi edebiyatı içinde yer alan bir başka eseri 126 beyitlik Harname’sidir. Osmanlı Edebiyatı içinde ilk defa görülen mizaha ve hicve yer veren Harname Türk mizah ve hiciv edebiyatının gerçek bir şaheseri olarak değerlendirilmiştir. İlhamını Arapça bir atasözünden alan Şeyhi, eserinde tabii ve canlı bir dil kullanmıştır, içtimai meseleleri işlemiştir. Onun Neyname ve Habname adlı iki mesnevisinden söz edilirse de henüz ele geçmemiştir.

Şeyhi, yalnız mesnevi sahasında kalmaz. Divan’ı ile de gazel vadisinde en güzel eserini verir. Zaten gazellerindeki incelik, mazmunları işleme ve tasavvufa yer vermesi Türk Edebiyatı içinde ona müstesna bir mevki kazandırmıştır.

On altıncı yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’a Camelname şeklinde tercüme ve takdim edilen; Abdi Musa tarafından 1429-30 (H.833) yılında yazılan Camasbname İkinci Murad devrinin bir başka mesnevisidir. 5122 beyit olan eser daha çok bir masal kitabıdır. Fakat eserde Danyal peygamberin hayatı ile ilgili bir kısım da vardır.

1436 (H.839) yılında yazılan Mesnevi-i Muradiyye’ye gelince eser, hayatı hakkında bilgi bulunmayan mevlevi şair Muinüddin bin Mustafa tarafından yazılmıştır. 14.404 beyitten ibaret olan Mesnevi-i Muradiyye devrin en hacimli eseri olup, hazret-i Mevlana’nın Mesnevi’sinin birinci defterinin tercüme ve şerhidir. Yalnız eserde 152 adet gazel bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı Farsçadır. Eser daha çok padişah İkinci Murad Hanın işaretiyle yazılmıştır ve iki ciltten müteşekkildir.

Siname: 1310 beyite yer veren bu eser Hümami’nindir. 1436 (H.839) yılında tamamlanmıştır. Mürşidü’l Ubbad veya Mürşidü’l-Ibad, Ârif tarafından yazılmıştır 1438 (H.840). 20411 beyittir. Bu mesnevi dört bölümden ibarettir. Tasavvufi ve öğretici olan eserin dili sade, fakat sanat yönü tesirli değildir. Aynı yıllarda yazılan Nüsha-i Âlem ve Şerhü’l-Âdem adlı eser 369 beyit olup, Ârif’in küçük bir mesnevisidir. Yine aynı tarihlerde Muhammed bin Selman Mevlid’ini yazmıştır. 800 beyitten fazla olan eser Erzurumlu Mustafa Darir’in eserini de sayarsak bu nev’de Türkçede dördüncü olarak görülmektedir. Ârif’in, Muhammed aleyhisselamın miracını konu alarak yazdığı Miracname’si ise 2000 beyite yakın bir eserdir. Yine onun 1402 beyitlik Vefatü’n-Nebi adlı mesnevisini zikretmek yerinde olur. Görüldüğü gibi o üç eserinde de Muhammed aleyhisselamın hayatını işlemiştir. İsimsiz bir mesnevisinin olduğunu da zikretmek gerekir.

İkinci Murad Han devrinin hacim itibariyle önde gelen mesnevilerinden biri de 12.239 beyit olan Âşık Ahmed’in yazdığı Camiü’l-Ahbar adlı eseridir. 20 babdan meydana gelen eser hikayelere yer verir. Dili devrine göre açıktır. Gülşen-i Uşşak (Hüma vü Hümayun) orta hacimde bir mesnevidir 1446 (H.850) yılında te’lif edilmiş olup, 4559 beyitten meydana gelmiştir. Mevzuu, Arap diyarında çocuğu olmayan Menuşeng adlı bir padişahtır. Eser Şeyhi’nin yeğeni Cemali tarafından yazılmıştır. Fatih Sultan Mehmed ve İkinci Bayezid Han zamanlarını da idrak eden Cemali’nin ele geçmemiş Yusuf ile Zeliha ve Miftahü’l Ferec adlı mesnevilerini de zikretmek yerinde olur. Onun başka risalelerinin bulunduğu da bilinmektedir. Cemali’nin eserlerinde sanat yönünün ağır bastığı da bir gerçektir.

Sultan İkinci Murad zamanında yazılan ve mevzu bakımından dikkat çeken yegane eser Gelibolulu Zaifi tarafından yazılan ve padişahın savaşlarına yer veren Gazavat-ı Sultan Murad ibni Muhammed Han adlı eserdir. 1446-51 (H.850-5) yılları arasında yazılan eser tarihi ve edebi olup, gazavat nevindendir ve 2566 beyittir.

Gerek halk arasındaki yeri gerekse edebi eser olarak değeri gözönüne alınınca devrin önde gelen bir başka eseri Yazıcıoğlu Muhammed bin Salih bin Süleyman’ın 1449 (H.855) yılında yazdığı 9008 beyit ihtiva eden Muhammediyye’sidir. Bunlara ilave olarak Ahmed Hayali’nin Ravzat-ül-Envar ve Tarikatnamesi’ni zikretmek gerekir.

Mensur eser olarak İkinci Murad Han zamanında yazılan eserlerin başında İrşadü’l-Mürid ile’l-Murad gelmektedir. Kasım bin Muhammed Karahisari tarafından Farsçadan tercüme edilmiştir. Kemaleddin bin Îsa ed-Dümeyri’nin, Hayatü’l-Hayavan’ı, Gülistan’ın Manyasoğlu tarafından aynı adla yapılan tercümesi, Mahmur bin Muhammed Şirvani’nin Tuhfe-i Muradi’si, Mercimek Ahmed’in Kabusname Tercümesi, Yazıcıoğlu’nun Tarih-i Âl-i Selçuk’ı, Hızır bin Celaleddin’in İbni Kesir Tarihi Tercümesi, Mahmud bin Kadı Manyas’ın A’cebü’l-U’cab’ı, Ârif Ali Molla’nın Danişmendname’si, Mustafa bin Seyyid’in Cevahirname-i Sultan Muradi’si, Ahmed-i Dai’nin Tezkiretü’l-Evliya Tercümesi, Mehmed bin Abdullatif’in Bahrü’l-Hikem’i, Hızır bin Abdullah’ın Kitabü’l-Edvar’ı, Mukbilzade Mü’min’in Zahire-i Muradiyyesi ile Miftahü’n-Nur ve Hazaini’s-Sürur’u zikredilmesi gereken eserlerdir. Aslında bu devirdeki mensur eserler bunlarla da kalmaz. Musa bin Mesud’un eseri Kırk Vezir Hikayesi, Firdevsi’nin Şehname Tercümesi bunlara ilave edilmelidir. Yine bu devre kadar olan şairlerden toplama bir mecmua olan, daha çok gazellere yer veren Ömer bin Mezid’in Mecmuatü’n-Nezair’i Sultan İkinci Murad Hana adanmıştır. Böylece bu padişah zamanında tezkireciliğin nüvesi teşekkül etmiştir.

Osmanlı Devletinde şiir, ilk önceleri gazel tarzının azlığına rağmen Mesnevi sahasında kendini gösterir. Buna rağmen Osmanlı edebiyatı divan edebiyatı gibi bir isimle anılmakta ve sadece dar bir çerçeveye sıkıştırılmak istenmektedir. Bu bir bakıma hemen her sahada eser vermiş bir milletin, divan kelimesini öne sürerek, kabiliyetini ve gayretlerini ve kültür faaliyetlerini de inkara yönelmeden başka bir şey olamaz. On beşinci yüzyılın ortalarına gelinceye kadar, beyliklerde yazılan eserler de dahil, mesnevilerin sayısı yüze yaklaşırken, divanların sayısı ona çıkmaz. Bir başka husus gerek Araplarda gerekse Farslarda divan şairi olan ve divanı bulunan pek fazla şair vardır. Fakat onlar edebiyatlarının sınırını divan kelimesiyle daraltmazlar. Aynı durum Türk edebiyatı için de düşünülünce doğu Türkçesiyle yazılan pekçok divanla karşılaşırız. Fakat bizde divan edebiyatı denince yalnız Osmanlı edebiyatı akla gelmektedir. KısacasıOsmanlı edebiyatı bir mesnevi edebiyatı olarak başlamıştır.

Akla gelen diğer bir husus, gazel türünün mesneviye göre kısa bir şiir şekli oluşu, mevzu bakımından geniş tutulmayışı daha sonra, başta padişahlar ve şehzadeler olmak üzere sarayda yer tutması divanlara olan rağbeti arttırmış olmalıdır. Bu yönden ele alınınca sarayda okunan ve yazılan eserlerin başında divanlar gelmektedir. Fakat bütün bir edebiyata Divan Edebiyatı olarak ad vermek en azından, diğer kültür eserlerini mühimsememek olur.

1404 (H.806) yılında Amasya’da doğan, Osmanlı padişahlarının altıncısı olan bu kudretli padişah, ilim ve kültür hayatı yanında, batıda Venedik, Eflak, Bizans, Arnavut, Sırp, Macar, Bohemya, Polon, Hırvat ve Alman milletleriyle, doğuda ise başta Karaman Beyliği olmak üzere Anadolu’da yer alan irili ufaklı beylerle mücadele halindedir. Zamanındaki fetihler daha çok batıda gerçekleşmiş olmasına rağmen, bilhassa saltanatının ilk yıllarında Bizans’ın iç karışıklıklara verdiği sebep de vardır. Fakat Sultan Murad, doğruluğu, halis niyeti, fadlı ve merhameti, cesareti, azim ve tedbiri ve bilhassa ahde vefası sayesinde bütün bunların üstünden gelmesini başarmış, batıda kazandığı zaferlere ilave olarak doğuda Anadolu Türk Birliğinin kurulmasına gayret etmiştir. Doğudaki birliğin kurulmasından sonra bilhassa Osmanlı Devleti aleyhine batılılarla işbirliği yapma gayretleri şii olan İran’a düşecektir. Yukarıda yer verdiğimiz hususiyetleri yanında Sultan Murad-ı Saninin alimleri himayesi, sanata düşkünlüğü ve edebiyata değer vermesi, bunun neticesinde ilim ve sanat adamlarıyla olan meclisleri bırakmaması da vardır. Tarihler onun adaletini, hükümdarlığını cesaret ve cömertliğini zikretmeden geçememişlerdir. Yazılan şiirlerde mübalağalı bir şekilde padişahları övmek varidse de, bu husus Sultan İkinci Murad Han için yapılmışsa gerçeğin anlatılmasından başka bir şey değildir.

Sultan İkinci Murad Hanın, Muradi mahlasıyla şiir söyleyen ilk Osmanlı padişahı olduğu bilinmektedir. Artık Osmanlı sarayında oğlu İkinci Mehmed de divanda görülecektir. Avni mahlası ile şiirler yazan, küçük de olsa bir divana sahip olan Fatih Sultan Mehmed’in iki oğlu hem Cem Sultan, hem de İkinci Bayezid Han, bu yüzyılın ikinci yarısında sarayın yetiştirdiği şairler olarak bilinir. Bilhassa asrın sonuna doğru Cem Sultan ve Bayezid-i Veli şiire kendilerini de katarlar. Cem Sultan şiirlerinde Cem mahlasını, İkinci Bayezid de Adli’yi kullanır. Yalnız Cem Sultan’ın bunlardan ayrı bir tarafı onun edebiyatımıza Cemşid ü Hurşid adlı bir mesnevi bırakmış olmasıdır. On altıncı asırda bu halka daha da genişlemektedir.

On beşinci yüzyılın sarayda kudretli şairi Şeyhi’dir. Ancak İkinci Murad Handan sonra Şeyhi yerini Ahmed Paşaya bırakacaktır. Fatih zamanında Osmanlı Türkçesinin en güzel sesini aksettiren Ahmed Paşa haklı olarak Sultanü’ş-Şuara (Şairlerin Sultanı) ünvanını da almıştır. İnce, zarif, nüktedan, keskin zekalı ve hazırcevap bir şair olan Ahmed Paşa, Fatih’in sohbet arkadaşıydı. Onun Osmanlı Hanedanına karşı, riyadan uzak, samimi ve ciddi bir bağlılığının bulunması en güzel gazellerini İkinci Mehmed’e sunmaya sebep olmuştur. Padişahla hocası şair arasında ayrıca şiire dayalı yarenlikler onun bir başka cephesini aksettirmiştir. Onunla Osmanlı edebiyatına “nazirecilik” de girmiştir. Yine “tarih düşürme” sanatı onda mühim bir yer tutar.

Bu devirde Saraya yakın, tesirli üçüncü şair Necati’dir. Ahmed Paşanın Şairler Sultanı diye anıldığı zamanlarda, Necati’nin şiirleri onun meclisine kadar ulaşmış ve dikkatini çekmiştir. Bilhassa Necati’nin döne döne redifli gazeli bu cazibeyi temin etmiştir. Necati, mühtedi bir şair olarak tanınmasına rağmen Türkçeyi en güzel kullanan şairlerin başında gelir. Onun içindir ki, sesi asırlara hakim olacak ve tesiri devam edecektir. Çeşitli devlet hizmetinde bulunan Necati, 1509 yılında Vefa’da vefat etmiştir. Şiirlerinde en çok Türkçe kelimelere yer vermiş, mecbur kalmadıkça yabancı asıllı kelimeler kullanmamıştır. Şair bu yönüyle Türkçecilik cereyanı içinde müstesna bir mevkie sahiptir. 650 gazeli ihtiva eden bir Divan bırakmıştır. Şiirlerine devrinde ve daha sonraki zamanlarda nazireler söylenmiştir.

Hümami, Atayi, Safi, Cemali, Adni, Nişani, Melihi, Sadi-i Cem, Mesihi ve Aydınlı Visali devrin diğer şairleri olarak bilinirler.

Divanların çoğalmasına karşılık Mesnevi Edebiyatı da varlığını bir hayli gösterir. Bunların başında hamse sahibi Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi gelmektedir. Yusuf ile Zeliha, Kıyafetname, Tuhfetü’l-Uşşak, Leyla vü Mecnun ve Mevlid adlı eserleri hamsesini meydana getiren mesnevilerdir. O bilhassa Yusuf ile Zeliha adlı mesnevisiyle şöhret bulmuştur. 1503 yılında vefat etmiştir. Tacizade Cafer Çelebi (ölm. 1515) asrın bir başka mesnevi şairidir. Hevesname’si İstanbul’u anlatan bir mesnevidir. Ayrıca Divan’ı da vardır.

Asrın diğer bir mesnevi şairi de Edirneli olan ve Revani diye anılan İlyas Şüca Çelebi’dir. İkinci Bayezid Han ile Yavuz Sultan Selim Hanın iltifatlarına mazhar olmuştur. Divan’ından Başka İşretname adlı bir mesnevisi de vardır. Şiirlerinde mahalli renklere tesadüf edilen Revani’nin İşretnamesi ile Osmanlı Edebiyatında yeni bir konu işlenmiştir. Zaten 16. asra girerken konulardaki çeşitlilik daha da genişleyecek ve Osmanlı Türk Edebiyatı pek fazla bir gerçekçiliğin içinde olacaktır. Tacizade de yukarıda bahsedilen eseriyle şehirlere açılmış ve İstanbul’u anlatmıştır. Bu arada yine Hikayet-i Şirinü Perviz-Rivayet-i Gulgunü Şebdiz adlı mesnevisini Yavuz Sultan Selim Hana sunan Âhi’yi zikredebiliriz. Fakat asrın büyük mesnevi yazarları Lamii Çelebi ile Taşlıcalı Yahya Beydir.

İkinci Murad Han devrinde yazılan ve mensur olan eserlerden başka 15. yüzyılda bu sahada en güzel eseri Sinan Paşa (1440-1486) vermiştir. 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed Han tarafından sadrazamlığa getirilen Sinan Paşa Tazarruname’si ile haklı bir şöhret kazanmış ve bu sahadaki tesirleri Yakub Kadri’ye kadar devam etmiştir. Şeyh Vefa Konevi’ye intisab eden Sinan Paşanın Tazarruname’sinden başka yine nesir sahasında Maarifname ve Tezkiretü’l-Evliya adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Hasılı o, ortaya koyduğu eserleriyle devrine damgasını vurmuş ve tesiri Cumhuriyet dönemini de içine almıştır. Onun Tazarruname’si büyük samimi bir münacaat, Maarifnamesi ahlak kitabıdır. Tezkiretü’l-Evliya’sı ise velilerin hayatı ve menkıbelerine ayrılmıştır. Yine 1453 yılında yazılan ahlak kitaplarından birisi de Ali bin Hüseyin’in Tacü’l-Edeb adlı eseridir.

Bu devirde yazılan tarih kitapları da, Enveri’nin Aydınoğulları Tarihine yer verdiği ve 1469 yılında veziriazam Mahmud Paşaya sunduğu manzum Düsturname’si bir tarafa bırakılırsa, mensur saha içinde görülür. Bunların başında Tursun Beyin Tarih-i Ebü’l-Feth’i gelmektedir. İstanbul’un fethine katılan Tursun Bey, tarihini 1442-1488 yıllarına ait 46 yıllık vak’alara ayırmıştır. Beyati’nin, Cam-ı Cemayin adlı eseri bu cinsten bir başka eserdir. Bunlardan başka Âşık Paşanın torunu olan Derviş Ahmed Âşıki’nin ve Oruç Beyin, Yazıcıoğlu’nun, Neşri’nin, Sarıca Kemal’in eserlerini zikretmek yerinde olur.

İkinci Bayezid devrinde ise Süleymanname adlı büyük eseriyle Firdevsi-i Tavil, Kıvami’nin yine İkinci Bayezid Han devrinde yazdığı Fetihname-i Sultan Mehmed adlı eseri canlı müşahedelerle ortaya konulmuş bir başka eserdir. Fakat daha ziyade şiirle yazılmış olup, İstanbul’un fethini anlatır.

On beşinci yüzyılda Halk Edebiyatı olarak Osmanlı edebiyatında İkinci Murad Han zamanında Hacı Bayram-ı Veli ile başlayan bir ekol, daha ziyade tekke içi olarak devam etmiştir. Onun takipçileri daha çok Akşemseddin hazretleri (1389-1459) ve Eşrefoğlu Rumi (1353-1469)dir. Akşemseddin hazretlerinin İstanbul’un fethindeki hizmetleri her türlü takdirin üstündedir. Eşrefoğlu Rumi’ye gelince, bir Divan ile Müzekkinnüfus adlı meşhur dini tasavvufi eserini yadigar bırakmıştır. Yine Karamanlı şair Kemal Ümmi de ilahileriyle tekke şiiri içinde kalmış ve ünü diğer Türk illerine de yayılmıştır.

Din dışı mevzularda ise, Osmanlı destanları bir destan havası içinde, efsanevi Osmanlı tarihini işleyerek halk edebiyatı sahasında yeni bir çığır açarlar. Bilindiği üzere Türk Milleti destan yönünden büyük eserleri olan bir millettir. Ancak bunların bazıları tam olarak ele geçmemiştir.

On altıncı yüzyılda Sultan İkinci Bayezid-i Veli de dahil edilirse, bütün bir asır şair padişahlarla doludur. Hatta bu durum taşrada şehzade mahfillerine kadar taştığı gibi, şiirlerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesiyle terennüm eden ve Osmanlı Devletine bağlı Kırım Hanlarından Gazi Giray’a kadar uzanmaktadır. Böylece hükümdarların ilimden ve şiirden anlamaları alimleri ve şairleri etrafına toplamaları adeti gerçekleşmiş oluyordu. Yalnız alim ve şairlerin hükümdar saraylarında olması ve ileriye doğru devletin götürülüşü bu asrın yegane karekteri olup, padişahların şanına uygunluğu devrin bir başka hususiyetidir. Bu hal eski Türk an’anesine de sadakattan başka bir şey değildir.

Devletin bu asırda ulaştığı sınırlar gözönüne alınınca, gerek mahalli ve taşralı; gerekse İstanbul içinden edebiyatın hemen her sahasında saymakla bitmez şairlerin yetişmesi devrin bir başka hususiyetidir. Tezkireler ve şiir mecmuaları karıştırıldığı takdirde pekçok şairin bu yüzyıla ses getirdiği görülür. Ayrıca bu asırda, sakinameler, kırk hadisler, şehrengizler, gazavatnameler ve bu cinsten eserler olan Selimnameler, Süleymannameler, hicivler, tarihler, makteller, şikayetname gibi mektuplar, işleniş tarzı ne olursa olsun, bir mevzu genişliğine sebep olmuşlardır.

Başta Divan’ı olmak üzere pekçok eserin sahibi olan Mahmud Lamii (1472-1532) ehl-i tarik bir kimsedir. İlk edebi eserini İkinci Bayezid Han devrinde vermiştir. O, sırasıyla Şevahüdü’n-Nübüvve, Nefehatü’l-Üns, İbretname, Şerefü’l-İnsan, Maktel-i İmam-ı Hüseyin, Veys ü Ramin, Bursa Şehrengizi, Vamik u Azra, Hüsn ü Dil, Letaif, Münazarat-ı Bahar u Şita gibi eserlerinin yanında bir Lügat yazdığı gibi, Gülistan’ın dibacesini de şerh etmiştir.

Tokatlı Kemalpaşazade’ye gelince (1468-1534); o da asrın ikinci çeyreğinde, Divan’ı, Esrarname Tercümesi, Yusuf u Zeliha’sı ve İkinci Bayezid’in işareti üzere yazdığı Tevarih’i Âl-i Osman ile dikkati çeker. Zembilli Ali Efendinin ölümü üzerine Şeyhülislamlık makamına getirilen ve tesiri Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya kadar, bilhassa tekke edebiyatında devam eden Şemseddin Ahmed Kemalpaşazade, Gülistan’a nazire olarak Nigaristan adında başka bir eser daha yazmıştır.

Asrın, cilt cilt gazel yazan, bir noktada Baki gibi kudretli şairlerin yetişmesini sağlayan şairi Zati (1471-1546)dir. Dükkanını şiir mahfili haline getiren Zati’nin en büyük eseri Divan’ıdır. Ayrıca mesnevi olarak; Şem ü Pervane, Ahmedü Mahmud, Edirne Şehrengizi, Siyer-i Nebi ve Mevlid gibi eserleri vardır.

Kanuni Sultan Süleyman Han gibi muhteşem bir hükümdarın zamanında Taşra’daki sesler de İstanbul’da yankılanmıştır. Bunlardan birisi, Âzeri Türk Edebiyatı içinde, dili bakımından, ayrı bir yer alsa bile, gönüldeki bağla İstanbul’a bağlanan Fuzuli’dir. Diğeriyse Vardar Yenice’sinden seslenen Hayali’dir. İkincisinin sadece bir Divan’ı vardır. Fuzuli ise, menşe itibariyle Arap Edebiyatına bağlı olan Leyla ve Mecnun adlı mesnevisini Üveys Paşaya sunmuştur. O, bu eserin tertip ve tahririnde kendisine göre yenilikler yapmış, neticede onu milli ve orijinal bir şekle sokmuştur. Fuzuli ilimsiz şiirin olamayacağını söyleyen bir sanatkar olup, yaşadığı topraklarda sanatını bulmuş, Bağdat gibi büyük bir kültür merkezinin havasını teneffüs etmiştir. Onun Bağdat, Kerbela gibi her zaman Türk dünyasının ortasında bulunması doğu ve batı Türklüğünden haberdar olmasına sebep olmuştur. Eserlerinin çeşitliliğinde ve konuları işleyişindeki derinlikte, hatta mevzuunu seçişte köprü vazifesi gören bu coğrafyanın mühim tesiri vardır.

Divan’ı en mühim eserleri arasında yer alır. Arapça ve Farsça divanından başka Heft Cam adlı Sakiname’si, Rindü Zahid’i, Hüsnü Aşk’ı, Şikayetname’si, Hadis-i Erbain Tercümesi, Muamma Risalesi, Matlau’l-İ’tikad’ı, Şahü Geda’sı, Farsça Enisü’l-Kalb’i ve kasideleri, Türkçe-Farsça Manzum Lügat’ı ve Türkçe Mektup’ları onun belli başlı eserlerini teşkil ederler.

Bu yüzyılda mizah, genç yaşta hayatını kaybeden talihsiz şair Figani’de görülür. O bize sadece bir Divançe bırakmıştır. Trabzonlu olan bu şair 1532 yılında bir iftiraya kurban giderek öldürülmüştür. Asrın üçüncü çeyreğinde ölen Emri (doğ


Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Kelime Türü Nedir ?


  • Oxford'da Türk Edebiyatı günleri başladı Türkiye'nin onur konuğu olduğu 2013 Londra Kitap Fuarı'nda katılımcılar,Türk Edebiyatını yakından tanıyacak.

Sizde içinde Türk Edebiyatı kelimesi geçen bir şeyler paylaşın !

Türk Edebiyatı kelimesi anlamı 48 defa okunmuştur. [250715] Türk Edebiyatı kelime anlamı, Türk Edebiyatı nedir, Türk Edebiyatı ne demek, Türk Edebiyatı sözlük anlamı

Paylaş