Lütfü Şehsuvaroğlu Kimdir ?

Lütfü Şehsuvaroğlu Biyografisi

Lütfü Şehsuvaroğlu Kimdir ? Biyografisi, Hayatı, Eşi, Nereli, Kaç Yaşında, Öldü mü ?

Lütfü Şehsuvaroğlu : Lütfü Şehsuvaroğlu (1957) şair, yazar
1957 yılında Erzincan'da doğdu. İlk öğrenimini Erzincan, Turhal ve İstanbul'da; orta öğrenimini Turhal ve Ankara'da tamamladı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'ni bitirdi. Öğrencilik yıllarında Genç Arkadaş, Hasret, Nizam-ı Alem ve Divan Edebiyat dergilerini çıkardı. Bu dergiler yanında Hergün gazetesinde yazdı. 12 Eylül ara kesitinden sonra Millet gazetesinde Hayatın İçinden başlığı altında sayfa yöneticiliği ve köşe yazarlığı haftalık Yeni Düşünce gazetesinde genel yayın yönetmenliği ve başyazarlık yaptı. Ayyıldız, Yeniçağ, Son Çağrı, Gündüz, Yeni Hafta gazetelerinde günlük yazıları, başka bazı gazete ve dergilerde de yazıları ve şiirleri yayınlanmış olan Şehsuvaroğlu, Türkiye Yazarlar Birliği'nde sırasıyla genel sekreterlik, genel başkan yardımcılığı ve genel başkanlık görevlerinde bulundu. Türk Dünyası şiir şölenleri tertip etti. İLESAM, GESAM üyesi de olan Şehsuvaroğlu, hâlen Avrasya Yazarlar Birliği genel başkan yardımcılığını yürütmektedir. Kamudaki çalışma hayatına şeker şirketinde başladı. Daha sonra Sincan Belediye Başkan Yardımcılığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Yayın Dairesi başkanlığı, bakanlık müşavirliği görevlerini yürüttü. TRT yönetim kurulu üyesi oldu. Ulusal ve uluslararası pek çok sempozyumda çeşitli konularda tebliğ sundu. Evli ve üç çocuk babası.
Şiir ve yazılarında Muhip Alp ve Derviş Edip takma adlarını kullandı.
ESERLERİ:
Esir Türkler (1977)
Kafes (roman, 1983)
Eylül Seneleri (şiir, 1985)
Avrupa Topluluğu Karşısında Türkiye (doktora tezi, 1991)
Münzevi Pürtelaş (şiir, 1993)
Su Barışı - Türkiye-Ortadoğu Su Politikaları (1997)
Millî Sivil Stratejik Konsept (1998, Türkiye Yazarlar Birliği fikir ödülü)
Toprak-Su Muhafaza Sistemleri - Strateji-Yönetim - Eylem Planı (2000)
Nurettin Topçu (2002)
Mehmet Akif (2003)
Necip Fazıl (2003)
Namık Kemal (2003)
Ziya Gökalp (2004)
2024 (roman, 2007)GÖRÜŞ
Metroseksüel belediye başkanları
Rotahaber 15 Aralık 2013
Lütfi Şehsuvaroğlu yazdı:
ŞEHİR KİMLİĞİ ve MİHRABI YIKANLAR
Şehir ve Şehirleşme Tarihimize Türk Tarih Felsefesi Işığında Yaklaşım:
BETON YÜZLÜ İNSANLARIN KENTLERİ İLE ANNEMİZİN YÜZÜNE BENZER ŞEHİRLERİN MUKAYESESİNDEN ÇIKARILACAK DERSLER
Başbakanımız Sayın Tayyip Erdoğan’ın yükseliş hikâyesini biliyor musunuz? Tabii biliyorsunuz. Benimki de laf mı? İstanbul’daki evlerin musluklarından çıkan “tıssss” sesi diyorum ben. İSKİ sorunu yani... Susuzluk, alır götürür iktidarları… Susuzluk ve topraksızlık…
Mısır’da Firavunlar nasıl gitti?. Nil nehri artık yükselip etrafındaki tarlaları sulayamaz oldu. Su çekilince kıtlık oldu. “Altınızdan su çekersek size kim su verecek” diye buyuruyor Cenab-ı Hakk; işte insanlık bunu idrak edemedi. Su çekildi, toprak verimsiz oldu; Mısır’ın buğdayları Mısır’a da, Roma’ya da yetmedi. Mısır da çöktü, Roma da çöktü.
Roma çökmemek için bu sefer Mısır’a olan askerî yönelişini kuzeye, Avrupa içlerine yaptı. İngiltere’ye kadar… Ormanlar açılıp tarla yapıldı.
Kısaca toprak ve su iktidarlar kurar, iktidarlar çökertir.
Hem nice iktidarlar!...
Ulu Türk hakanı Alper-Tunga’nın başkentindeki saraylarda çeşmelerin altın musluklarından birinden kımız diğerinden su akardı. İki derya arasında eski Türk illeri eski dünyada bereketin kaynağıydı.
Bundan iki bin yıldan fazla zaman önce Turfan şehrinde kilometrelerce öteden su kaynağı dağlardan şehre karızlarla su getiren teknoloji dünyanın hiçbir tarafında yoktu. Karızlar 40 derecenin üstündeki bir iklimde yer altına yerleştirilmiş su kanallarıydı ve Turfan şehrinin bahçeleri onlarla sulanırdı. Turfanda sözü de oradan gelmektedir.
Su ve toprak işleme ile şehir hayatının kadim bir ilişkisi var. Soğdcadan dilimize geçen kent-kend kavramı Oğuzlar’da köy yerine de kullanılmıştır. Göktürkler’deki “balık” kavramı da şehir için kullanılmıştır. Ayrıca başkentler için ordu-orda kavramı da çok eski çağlardan beri kullanılmaktadır.
Hurdadbih’in “Türklerin on altı şehri vardır” dediğini Faruk Sümer hocanın Eski Türklerde Şehircilik adlı eserinden öğreniyoruz. Ayrıca çok eski kentlerin ve gelişmiş bir şehircilik hayatının olduğunu fakat Moğol akınlarının bu şehirleri talan ettiğini de yine aynı eserinde hocamız ileri sürmektedir. Yağmacılık yahut iklim değişikliği, su ve toprak kaynaklarının yok olması şehirlerin de harabeye dönmesine sebep oldu.
1245 yılında Papanın temsilcisi olarak Moğolistan’a giden Plano Carpini Seyhun ırmağına ulaştığında sayısız şehir harabeleri ile karşılaşarak hayret ve dehşet içinde kalmıştı. 1259’da Çinli Çang te de Çu vadisinde kalabalık bir halk ve çok kanallar ile sulanan bir arazi görmekle beraber pek çok da harabeye rast gelmişti. (Faruk Sümer, Eski Türklerde Şehircilik, Ankara 2006, s.89)
Balasagun, Talas, Kayalık, almalık, Barman, Beş Balık ve onlarca şehir…
Barman Alpertunganın oğullarından birinin adıdır ve Barman şehri onun eseridir. Seyhun ve Ceyhun arasında Maveraünnehir’de bir zamanlar bereket ve medeniyet zirve yapmıştı.
Ya Semerkant… Ye Lü Çi’u Ts’ay semerkant’ın semiz kelimesinden türediğini yazmış. “Gerçekten bu şehir kalabalık olduğu gibi halkı da varlıklıdır. … meyve bahçeleri, koruluklar, çiçek bahçeleri, su kemerleri, pınarlar, havuzlar, kesilmeksizin uzayıp gider. Gerçekten Semiz Kent hoş bir şehirdir. (S.85)
Eski Mısır ve Roma su ve toprak yönetimindeki yanlışla çöktüler. Eski Türk şehirleri de yağmalar, talanlar ve su-toprak yönetimindeki yanlışlarla yine harabeye döndü.
Suyla ve toprakla yıkılır ya da yapılır iktidarlar. Suyla gelen suyla gider.
Toprak damlı evlere geri dönmenin ilmî vasatı ne zaman insan beynini meşgul eder bilemem ama toprak ile şehrin ünsiyeti toprak ile kırın ünsiyetinden az değildir.
Toprağa bas deli gönül toprağa
Toprak anasır-ı erbaa’dan.. Su da öyle… Su ve toprak yaradılışın ve insanlık tarihinin iki temel bereket kaynağıdır.
Su ve Toprak yaradılışın özüdür.
Zira topraktan geldik. Bir damla sudan ve topraktan..
Âşık Veysel Benim sadık yârim kara topraktır şiirinde her türlü nimetin topraktan olduğunu en veciz biçimde anlatmıştır.
Toprak vatandır.
Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır der ya şair.
Toprak kıymetlidir. En eski çağlarda da, bugün de…
Toprak tarımın ana sermayesidir.
Bugün yeryüzünde milyarlarca insan kırsal kesimde yaşamaktadır. Kırsal kesimde toprak elbette daha önemlidir.
Fakat şehirde de toprak önemlidir.
Bugün çarpık sanayileşme ve yanlış şehirleşme sonucu toprağı şehrin ortasından silip götüren zihniyet, su ve topraktan gelecek o yıkıcı tepkiyi beklesin artık.
Kim ki suyun – toprağın aşkına mâni olur o zalimlerdendir
İki apartman arasını bile betonla, asfaltla dolduran rantiye, suyun toprakla buluşmasını önlemekte, suyun yeraltındaki akiferlere süzülerek yeniden bereket halinde doğayı bütünlemesini önlemekte; suyun sel olarak şehirleri tahrip etmesinin yolunu açmaktadır. Su, toprakla buluşması önlenince şiddetini artırmakta, yer yer zaman zaman afetlere yol açmaktadır. Ama bu afet insanın bizzat tertiplediği bir şeydir ve böylece ölen insanların katili yaratıcı ya da doğa değil, yine insanın kendisidir.
Kırlarda milyonlarca insan topraksızdır. Topraksız ya da yeterli toprağa sahip değil.
Kimi de her ikisinin dışında toprak güvensizliği altında tutunmaya çalışmaktadır. Tutunmaya ve kadim mesleğini çiftçiliği sürdürmeye…
Tarımdaki nüfus fakir nüfusun çoğunluğunu temsil etmeye devam etmektedir. Yeterli toprağa sahip olamayan, ya da toprak güvenliği olmayan çiftçilerin dışında bir de tarımda çalışan nüfusun, kiracılık ve ortakçılık ile tarımsal faaliyet sürdürenlerin problemleri dikkat çekmektedir.
Düşük ücretlerle çiftliklerde çalışan kiralık nasırlı eller geleceğe dair ümitlerini tamamen yitirmiş sadece çaresizliğin izini sürmektedirler.
Topraktan kısa vadede daha çok kazanma hırsı ya da çaresizliği –bilinçsizliği de diyebiliriz- nadasa bırakma, ikileme, üçleme gibi teknikleri yeni öğrenen insanlığın kadim zamanlarından beri toprak ile tarım ilişkisinde başlıca sorunlardan birini teşkil etmeye devam ediyor.
Sürdürülebilir(sustainable)bir ziraat yerine kısa vadede ne koparabilirse ona yönelmek bugün de önemli problemlerin başında gelmektedir.
Gıda güvenliğigünümüzün öne çıkmış kavramlarından.
Gıda güvenliği genellikle gıda sanayi sorunu gibi algılanıyor. Gıdaların fabrikasyon üretimi, ambalaj teknikleri, gıda katkı oranları, gıda güvenliğinin temel fasılları gibi biliniyor.
Gıda güvenliğide aslında toprak güvenliğidir. Toprak olmasa gıda da olmaz.
Yoksulluk, açlık, yetersiz beslenme, göç, savaşlar, sömürü,bütün bunların kaynağına baktığımızda toprak meselesinin her zaman dikkat çekici biçimde belirleyici olduğunu görürüz.
Yoksulluk, sömürü, savaş, açlık, yetersiz beslenme, göç olgusunun çevresel etkisi daha yıkıcı sonuçlara götürebilmektedir.
Mesela yetersiz toprak yüzünden ormanların talan edilmesi ve tarla açmalar tarımı daha olumsuz etkilemektedir. Tropikal bölgelerde, yağmur ormanlarında yaşayan insanların kerestecilerin yıkıp tahrip ettiği azalttığı ormanları bir de tarıma açmaları ve ormanın geri dönmemesi ilk yıllarda ekinlerin boy vermesini sağlayabilir, tarımsal faaliyet zavallı köylüye bir şeyler kazandırabilir. Ama uzun vadede ormanların tahribi bölgedeki toprakların da giderek verimsizleşmesine neden olur.
Kimyasallar verimi artırmak için devreye sokulur, esas bakım unsurları feda edilir, toprak küser, verimsizleşir. Bir daha da geri gelmez. Toprak elimizden, ayaklarımızın altından kayar gider de bir daha geleceğini ümit etmek bile insanın aklına gelmez. Hele hele toprağın kendisine ihanet ettiğini sanan insan daha da hırçınlaşır ve tahripkârlığı artar. Dostunu satar. Vatanını satar.
Toprak bizi terkederse
Roma Raporu’nun bildirdiğine göre; dünyada her yıl tuzlanma nedeniyle terk edilen topraklar sulamaya kavuşturulan toprak miktarı ile eşittir. Bu bilgi 2001 yılı raporunda yer alıyor. (Roma Raporu 2001 IFAD, s.145)
Tuzlanmış toprakları yeniden kazanmak için yeni teknolojiler geliştirildi elbet. Ama bunlar çok pahalı yatırımları gerektiriyor. Tuzlanmış toprağın yıkanması yeniden üretime katılması için bir sürü drenaj, yıkama, taşıma işlemleri gerekiyor. O yüzden de tuzlanma meydana gelmeden doğru sulama tekniklerinin uygulanması daha ekonomik olacaktır.
Erozyonla toprağın yitip gitmesi sorunu, bugün de en başta gelen sorundur. Suyla, rüzgârla… Yamacına tutunamayan toprak, uygun bitki örtüsüne sahip değilse hırçın akıp gelen suların asırlardır durduğu yerde durmasına izin vermez koparır eşten dosttan sürükleyip götürür. Götürür ve bir ırmağa bırakır. O da başka büyük sulara. Yüzyıllar boyu meydana gelen toprak artık yoktur. Akıp gitmiştir. Hırçın Anadolu suları her yıl Kıbrıs adası büyüklüğündeki toprağı ırmaklara oradan da denizlere taşımaktadır.
Bir metre kare delta toprağı oluşması için bin metre kare toprak taşınması gerekiyor. Hani haritalarda ırmakların denize döküldüğü yerlerde bir şişkinlik var ya; işte onun bir metresi için bin metre toprak taşınıyor.
Bitki örtüsüyle kaplı toprakların yüzde 4’ü ağır, yüzde 18’i hafif bozulma altındadır. Aşırı otlatma ve yanlış mera yönetimi yüzünden de toprak kaybı söz konusudur. Erozyonla mücadelede bilgi ve bilinç gelişmiş olmasına rağmen nedense yeterince uygulama alanına sokulduğu söylenemez. Erozyonla mücadele teknikleri de gelişmiştir ama bunlara hayatiyet kazandırmada insan biraz tembel ve vurdumduymaz tabiatını sürdürüyor inatla.
Bozulmuş toprakları ıslah, kenar setleri, uygun bitki örtüsü yerleştirme, uygun su yönetimi, doldurma, tefsiye, taraklama, teraslama vb. teknikler erozyonla toprak kaybını önleyebilir.
Gıda üretimi için tehdit unsurlarından en başta geleni topraktır.
Toprak olmadan gıda olmaz.
Şüphesiz ileri teknoloji ile topraksız kültürle gıda üretimi günümüzde gelişmiştir. Toprak giderse gıda üretimi araçları da azalıp, tükenip gider.
Toprak hava şartlarının kayalardan kopardığı mineral parçacıklar, organik maddeler, bitkilerin ölmesi ve çürümesiyle oluşan ve içinde besleyici elementlerin çözündüğü humus, karbondioksit, oksijen ve bitki ayrışmasına yardım eden bakteriler dahil canlı organizmalardan oluşur.
Toprak azami şartlar altında her 250-1200 yılda 2,5 santimetrelik bir hızla oluşmaktadır. Toprağın tarımsal faaliyetlere uygun, üretken hale gelebilmesi için 3000 ila 12 bin yıl gelmesi gerekiyor.
Yenilenemeyen bir kaynak olan toprak bir kez yıkılıp tarumar olduğunda sonsuza kadar gitmiş kaybolmuş olmaktadır.
Toprak korkunç bir hızla bozulmakta kaybolmaktadır bugün.
Her yıl 25 milyar ton toprak yıkanıp gitmektedir. Akarsulara karışan toprak oradan okyanuslara akıp gitmektedir.
7 milyon hektar işlenmiş toprak bozulmaktadır her geçen yıl…
900 milyon hektardan fazla arazisi ise üretkenliğini düşürmektedir, yani hafif bozulmaya maruz kalmaktadır.
Bu topraklar ıslah edilmezse hafif bozulma ağır bozulmaya dönüşecektir.
1992 yılındaki FAO raporuna göre önümüzdeki 20 yıl içinde 140 milyon hektar verimli toprak alanı tarımsal değerini kaybedecektir.
Bugün bu süre dolmuştur. Tehdit zannedilenin üstündedir.
Dünyadaki toprak erozyonunun yüzde 35’i aşırı otlatma, meraların ıslah edilmemesi sorunuyla olmaktadır. Türkiye’de ise yaygın erozyon su erozyonudur.
Hayvan sürülerinin sürekli basmasıyla toprak sıkışmakta ve nem tutma kapasitesi azalmaktadır.
Toprağın yanlış sürülmesi de toprak kaybına sebep olmaktadır.
Toprağın kötü kullanılması toprak hasarının yüzde 27sini ortaya çıkarmaktadır.
Toprak sıkıştığında üretkenliğini geri kazanmak çok zor olmaktadır.
Çin’de Huang nehri yılda 1,6 milyar ton toprağı Doğu Çin Denizine taşımaktadır. Bazı yörelerde çok kısa zamanda hızla meydana su erozyonu sayesinde toprak kaybı daha şiddetli olmaktadır. Mesela Tanzanya’da birkaç saat içindeki fırtına yüzünden 5 cm toprak yitip gitmiştir.
Rüzgâr erozyonu da bir başka faktör. O da bazı iklimlerde şiddetli olmaktadır.
Toprak verimliliği toprağın üretkenlik kabiliyetidir. Bitki büyümesini engelleyebilecek zehirli maddelerin bulunmadığı bir ortam olmalı toprak. Bitki büyümesi ve çoğalması için gerekli maddeleri bulabilmeli toprakta.
İnsan kırdan kente göçtüğünde betonlaşmamalıdır.
Kırda toprağa yakın olan insan kentte de toprağa yakın olmalıdır.
Belki de şehirde yaşamayı unutan çağdaş kent insanına şehir nedir, şehir kimliği nedir hatırlatmak icap eder. Nazım Hikmet “şehir anamızın yüzüne benzer” dediğinde herhalde çağdaş kenti kastetmemiştir. Şehir gerçekten anamıza benzer. İkisini hatırlarız içimizi ısıtan yüzleriyle uzak duyarlardayken..
Cumbalı evleri, masum sokakları, merhabalarıyla, komşuluk ilişkileriyle, cami mihverli medeniyeti ile şehir elbette anamıza benzer. Fakat bu kentler bu beton yapılar, bu yıkıcı yollar, bu yeşil-toprak ve su düşmanı betonlaşmalar, tokiler, avmler kentsel dönüşüm talanlarıyla bozulan şehir kime benziyor?
Şehir ve çevre artık birbirinin mütemmimidir. Onları ayırmak su ve toprağı ayırmak gibidir.
Çevre, Şehir ve şehir emini
Çevreye duyarlı şehirler inşa etmek kabil mi?
Günümüzde Le Corbusier’in hayal ettiği hijyenik modern irileşebilen kentleri, yahut Howard’ın yeşil kuşak üretebilen iyimser kentleşmeci anlayışı ihya edilebilir şehir imkânını bize veriyor mu?
Hem çevreyi koruyarak hem de irileşerek var olmak mümkün mü?
Bugün artık görüyoruz ki bazı başkentler bile sıfırdan inşa edilebiliyor. İşte Kazakistan’ın yeni başkenti Astana… Tamamen başkent olmaya planlanmış yepyeni imar planıyla, düzgün caddeleri, meydanları, parkları ve devlet binalarıyla maket gibi kent. Gürcistan da böylesi sıfırdan inşa edilmekte olan bir kent tasavvurunu hayata geçiriyor.
Tarih Boyunca Kentkitabında Lewis Mumford kültürel, çevresel, sosyolojik ve iktisadi her boyutuyla kent kuramlarını masaya yatırmış, dünyadaki bütün kentleri ve gelişimlerini incelemiş ama İslami şehir anlayışını, şehir mimarisini, Osmanlı kentlerini hiç ele almamış.
Campenalla’nın Güneş Ülkesi kitabında anlattığı gibi bir kent anlayışı kadim çağlardan beri mabedler etrafında ticaret ve eğitim ve sonra konutlar biçiminde dairesel bir yerleşimi model aldığımız bir şey midir?
Türk İslam şehir mimarisi nasıl bir temel anlayışın izlerini taşır?
Şehir nedir, nasıl meydana çıkar, nasıl gelişir, neyi ifade eder, neleri taşır?
Bir şehir sadece köyden daha irice olarak insan kalabalıklarını bünyesinde barındıran binalar yığını mıdır? Bir şehir sadece bugünkü yüzüyle bir şehir midir? Bazıları yüzlerce, bazıları binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan şehirlerin tarihsel kimliklerinin geleceğe dair ipotekleri, sınırlılıkları ve açılımları yok mudur?
Şehirler, bünyesinde barındırdıkları veya idaresine getirdikleri tarafından ihanete nasıl uğrar? Uğrar mı?
Şehrin kimliğini, dokusunu, hususiyetini nasıl muhafaza edebiliriz, şehri geliştirme derken bundan ne anlamalıyız?
Şehrin hafızası var mıdır? Yapacağımız yanlışlardan dolayı bu hafıza bizi ikaz edebilir ve bize engel olabilir mi? Şehrin hafızası olan nedir? Şehrin tarihi mi? Şehrin güngörmüş yaşlıları mı? Şehrin sokakları, caddeleri, eski yapıları; mabetleri, çarşıları, kaleleri, limanları, hanları, hamamları, köprüleri, kuleleri, bacaları, anıt ağaçları mı?...
Bir yol açmağa kalktığınızda orada boynu bükük duran bir mezar taşı, bir cumbalı taş yahut ahşap ev, köhne bir cami, bir kale duvarı, bir eski Pazar kalıntısı size bir şey anlatmıyorsa; “ehemmi mühime tercih” noktasında bir tefrik etme hazinesine sahip değilseniz, idrakiniz dumura uğramışsa şehrin hafızası size ne anlatırsa anlatsın boşuna…
Bin yıllık şehirlerimizi hep bu şekilde traji-komik bir modernleşme tutkusuyla mahvetmedik mi? Asfalt düşkünlüğümüz, beton düşkünlüğümüz, sınır tanımaz hırslarımız yüzünden bir daha asla geri getiremeyeceğimiz değerleri yok etmedik mi?
Üstelik de bu iğrenç yok edeciliği modernlik, halkçılık, gelişmecilik, kalkınmacılık diye savunmadık mı? Şehirlerimizin kimliğini bozanlar karşısında sözde tarihselliğimiz ve yeni dava adamlığımızla alternatif olmaya hamlettiğimizde de yine tarihî olana ve bizatihi temsil ettiğimizi iddia ettiğimize daha iğrenç bir ihanetle saldırmadık mı?
İslâm şehir mimarisini bizzat İslamcı belediye başkanları eliyle bozmadık mı?
Şehre karşı işlenmiş suçlar
Bütün dünyada gelişen nüfus karşısında şehir yönetimleri şehir mimarisini, şehir estetiğini, şehir kimliğini muhafaza ederek büyüme sancıları çekmektedir.
Elbette şehir büyüme gayretindedir. İster istemez şehir yeni insan, yeni aile, yeni meslek, yeni eşya ve böylece yeni dünyalar kazanma, ihata etme isteğindedir.
Elbette kırsal kesimdeki nüfus oranımız azalmalı, tarımdan diğer sektörlere işgücü transferi gerçekleştirilmelidir. Elbette bütün şehirlerimiz büyümeli, gelişmelidir.
İstihdam imkânları artırılmalı, yeni iş alanları meydana getirilmelidir. Sanayimiz ve hizmetler sektörümüz geliştirilmeli, tarımdaki fazla nüfusu emecek potansiyele eriştirilmelidir.
Açlığın, yetersiz beslenmenin, fakirliğin, işsizliğin temel sorunları oluşturduğu bir ülkede şüphesiz şehirleri salt önceki yüzüyle muhafazaya kalkışmak abesle iştigal olacaktır.
Fakaaaatt!...
Yanlış ve çarpık sanayileşme ile yanlış ve çarpık kentleşme sonucunda hem şehir gereğinden fazla irileşecek ve hem de telafisi mümkün olmayan bir bozulmayla eski değerinden de kaybedecektir.
Büyüme ve gelişme; sanayileşme ve kentleşme ilmî verilerle ve metodlarla, uygun ve doğru stratejiler ve programlarla gerçekleştirilmelidir.
Sanayileşme ve kentleşme şehirlerin ortasına fabrika, dev alış veriş merkezleri, sanayi siteleri, üniversiteler, hastaneler, devlet binaları yapmak değildir.
Düşkün ve sefil bir halk için bu anlamdaki yapıcılık en mübarek işler arasındadır ve böylesi bir yapılaşmayı her ne pahasına olursa olsun ihtiyaç sahipleri destekleyecektir. Onun için ölmüş ataları ve onların yaşadıkları şehirler bir şey ifade etmeyecektir. Kimliğinden habersiz yığınlar için başını sokacak bir ev, bir iş veya sadaka babından yardım fonları ile kömür, yiyecek giyecek desteği elbette önemlidir. Bu yığınlar geniş asfalt yollara da itiraz etmezler, imar planlarının sürekli bozulup şehrin ortasına konuluverilen sakat ve çirkin binalara da…
Oysa sanayileşme ve kentleşme bir bilimdir, disiplindir.
Fabrika kuruluş yeri seçimi de başlı başına bir bilimdir. Hammaddeye uzaklık, işgücüne uzaklık, pazara uzaklık, su kaynağına uzaklık, zemin ve toprak etüdü, çevre etki değerlendirmesi gibi bir yığın faktör analizi yapılmalıdır.
Keza hastane ve üniversite yapımı da yine şehirleşme, eğitim ve sağlık politikalarının entegre bir gelişme planına dayalı yürütülmesiyle içli dışlıdır.
Bütün gelişmiş ülkelerde bazı şehirler özellikle başkentler artan nüfus baskısı sonucunda bundan elli yıl önce yeni bir politika yürütülmesinin gereğine inanmış ve bunu gerçekleştirmişlerdi.
Londra, savaştan (2. Dünya Savaşı) sonra güvenlik gerekçesiyle yığınların hücumuna maruz kalınca İngiltere hükümeti hemen mahalli idareler bakanlığı teşkil etti ve önce üç sonra yirmi dört adet “çevre kent” meydana getirdi. Eski üniversite kentleri, yeni açılan üniversiteler hep bu politika etrafında kullanıldı. Bu çevre kentlerde Londra’da ne varsa vardı. İnsanlar bütün ihtiyaçlarını bu kentlerde giderebiliyorlardı. Londra’ya sadece belki hafta sonlarında genellikle de toplu taşıtları kullanarak gezmeye gidiyorlardı.
İtalyanlar bile bunu öğrendi. Eski Roma’ya artık kimse dokunamıyor. Bir çivi çakamıyor.
ABD’nin başkenti Washington’un nüfusu yirmi yıl önce dört yüz bindi. Bugün kaç dersiniz? Bugün de dört yüz bin. Dört yüz bir bin değil…
Bütün dünyayı işgal eden Bush Beyaz Saray’ın bahçesine bir kulübe yapamaz.
Bizde ise öyle mi? Bir belediye başkanı istediği yere istediği biçimde yeni imar çizdirebilir. İstediği alış veriş merkezini istediği yere kondurabilir. İstediği kadar kat müsaadesi verebilir. İstediği yolu genişletebilir. İstediği dokuyu bozabilir. İstediği yere toplu konut yaptırabilir. İstediği yere sanayi sitesi açtırabilir.
Geçenlerde Cenevre’de bir toplantıya katıldım. Bu vesile ile Cenevre’yi gezdim. Yazık oraya bizim başkanlar uğramamışlar. Bu yüzden de Ankara’nın birkaç misli ekonomisi olan, dünya saat ticaretinin, finans sisteminin merkezi olan, Avrupa ve dünya politikalarında uluslar arası kuruluşların yönetiminde söz sahibi olan bu kent ne yazık ki(!) Ankara kadar gelişmemişti. Ankara’daki yolların, alış veriş merkezlerinin hiçbirisi orada yoktu.
Dünyanın bu önemli merkezinde otellerin, saatçilerin ve çok önemli kuruluşların bulunduğu göl kenarındaki yol sadece iki arabalık yoldu ve fakat gölle yol arasında elli metre genişliğinde yeşil alan vardı. İnsanlar bu alanda yürüyüş yapıyorlardı. Yazık, hiçbir İsviçrelinin aklına yolu genişletmek gelmiyordu. Bu büyük finans ve yönetim merkezi bir türlü gelişemiyordu!...
Biz ise Ankara’nın nüfusunu altı milyonların üstüne çıkarmakla övünüyorduk. Biz ise şehrin ortasına şu kadar sanayi sitesi kurmakla, şu kadar toplu konut yapmakla, şu kadar üniversite açmakla övünüyorduk. Arabalarımız durmuyor ve şehrin içindeki bulvarda bile 90 kilometre hız yapabiliyorduk. Bir yıl içinde yeni genişletilen yolda yüz kişi mi ölmüş. Olsun. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Arabalarımızın modelleri değişmişken, öyle zart zurt araba niye duracakmış?... Sonra o gecekondular, ne güzel yıkıldı da yerlerine apartmanlar yapıldı.
Eskiden Ankara’da gecekondular vardı. Yemyeşil ağaçların arasında kulübeler. Yeşilden binalar neredeyse gözükmüyordu. Hepimiz gecekondu düşmanı yetiştirildik ya… Ne yaptık. Hepsini yıktık. Artık yeşil de yok toprak da… toprak yoksa su da yok… yağan yağmurlar toprakla buluşamıyor artık, yer altı suyunu besleyemiyor. Yerin altından da su çekildi, yerin üstünden de…
Su artık sel felaketi olarak mahallemize… yatak odalarımızda suyu görünce televizyon ekranlarından bağırıyoruz “nerde bu devlet”… yatak odalarımıza su nasıl girdi? Bilmiyor muyuz?
Deniz bitti…
Su da bitti…
Peki neden
Yapış yapış
Her yanımız…
Uyarmıştı
Bizi oysa
Cenabı Hak
Kur’an’ında
Sure-i Mülk
Sonunda der
Çekiversek
Suyu alttan
Göndermesek
Suyu üstten
Kim verecek
Size suyu?
Cevabı Allah Allah Azimüşşan olmasına rağmen biz içimizden yeni putlarımızı yerine koyduk. Yeni putlar, yeni cemaatler, yeni liderler, yeni imkânlar, yeni saltanatlar, yeni hırslardı…
Yaradanın yerine başkasını koyduk. En büyük günah şirk idi ama biz onu son sıraya ittik. Emanete hıyanet ettik, emaneti ehline vermedik, akletmedik, haddi aştık. Su kaynaklarımızı kuruttuk. Su toplama havzalarına bina diktik. Tarım arazilerine fabrika ve toplu konut yaptık. Şehrin ortasına sanayi sitesi açtık. Bakkalları öldürdük, sokağın içine dev alışveriş merkezleri açtık. Şehirlerarası yolun ortasına büfeler açtık. Şehirlerarası yolun kenarına rekreasyon alanı yalanı ile yola sıfır villalar inşa ettik. Her önüne gelene üniversite kurma izni verdik. Kampüsü olmayan apartman üniversiteler açtırdık. Buradan mezun olanların da ilim sahibi insanlar olacağını boşuna bekledik. Sokak arasındaki üniversiteden çıkanlar, o şehirleri talan fikrinden kurtulabilir miydi ki…
Metro istasyonlarının kazık temellerinden yararlanmayı bildik. Dünyanın hiçbir yerinde kimsenin aklına gelmeyecek projelerimiz oldu. İstasyonun üstüne dev çelik konstrüksiyonu oturtarak yola sıfır ve sıfır maliyetli rantlar yarattık. “Ankara’nın sanayisini geliştirmeye devam edeceğiz” nutukları atılırken çıkıp da “ne zırvalıyorsun lan, Ankara’da sanayi mi olur” diye itiraz etmedik. Taceddin Dergâhı’nın bitişiğine dev gibi hastaneyi kondurduklarında, Mehmet Âkif’in Asım’ın neslinden olduğumuzu ileri sürdük de Hastane’yi Taceddin Dergâhı’ndan ziyadesiyle önemsedik, onu milli servet saydık.
Şehre karşı işlenmiş suçları üstelik de yüzümüz kızarmadan ve sanki hayırlı hizmetler yapıyormuşuz gibi işledik.
Öyle ki, şehirlerin emin insanlarından şehirlerimizi korumak daha faziletli hâle geldi. Şehremini demek şehirlerin eminleri demekti ama biz, “şehirlerinizi emin ellere emanet ediniz” ilahi emrine hıyanet ettik. Şehir ve emini artık metro ve metroseksüeli demekti.
Metroseksüel belediye reisleri
Metroseksüel belediye reisleri yeni değil. Öteden-beri medyayı işgal eden metroseksüellerle atbaşı siyaset dünyasını boyayan metroseksüel politikacı tipi. Zaten böylesi boya/badana işlerinde mahir olanların önünü açtılar hep.
Çoğu ilimizin belediye başkanlarına bakınız. Belediye hizmetleriyle yüzleri arasında bir korelasyon bulacaksınız. Makyaj, cila, fondaten, boya/badana, manikür, pedikür işleriyle tarihî şehir kimliğimizi alt-üst eden şehircilik anlayışları ve siyaset adamı kimliğini yüzüne ve sözüne giydirdiği maskeyle açıklayan tavırları ve artık alışkanlık haline gelen meslekleriyle nasıl da bütünleşivermişlerdir.
Seçtiğini dâvâ adamı zanneden zavallı millet de bu metroseksüel kimliklerin ve icraatın boş yere hâmiliğine soyunmaktadır. Tıpkı pop-star seçmeğe zorlandığı gibi...
Turgut Cansever*, Kubbeyi Yere Koymamak adlı kitabında belediye başkanlarının şehir mimarisine yaptıkları kötülükleri anlatıyor. En çok da nedense İslâm şehir mimarisini bozanlar İslamcı ekolden gelenler... Şimdilerde onları metroseksüel kimlikleriyle tanıyorsunuz ama İslâmi alt-yapı(tarikatler, cemaatler, dernekler, gruplar, kaplanlar, aslanlar) onların metroseksüel kimliklerini daha çok sevmişe benziyor.
Çünkü bu kimlikle iş bitirmek daha kolay ve sahip çıktıkları netice itibariyle herhangi bir sorumluluk yüklemeyen metroseksüel yüzlerdir.
Bediî idrak
Burada üstâd Necip Fazıl Kısakürek’in belediye reisi ile ilgili olarak 1939 yılında Çerçeve’sinde yazdığı yazıya parmak basmak istiyorum. Aradan yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, en aktüel ihtiyacımıza cevap var onda:
“Şehir plânı yaptırmışız, ne çıkar? Belediye reisinin şahsiyet plânını yaptıralım. Belediye reisi, tipini tanımadıkça onu bütün şartlariyle belirtmedikçe, temel dâvâlarımızdan biri olan umran işini kökünden yakalıyamaz.
Sadece kıymetli bir idare adamı vasıflarına mâlik bir belediye reisinin, bir şehri güzelleştirebileceğini umar mısınız?
Belediye reisinde vücudu gereken ana vasıf, sanat ve estetik terbiyesidir. İçinde bediî hükmü taşımayan belediye reisinden iş beklemek, çerçeveciye resim ısmarlamaktan farksız... Belediye reisinde iktisâdî, içtimâî, ahlâkî, idârî kıymetler, bir resim işinde muşamma, boya, fırça ve çerçeve gibi, malzeme haddini aşmıyan şeyler... Bütün bu malzeme, bediî idrak emrinde toplanmalı...
Bizde belediye reisi seçmekte miyar, bediî idrak kıymetinden başka her şey olmuştur. Onun içindir ki, şehircilik dâvalarımızda, bütçe, gelir, nizam, talimatname, kayıt kuyut gibi endişeler daima birinci plâna geçirilmiş ve hepsi birden yerine getirildiği halde eser öksüz kalmıştır.
Bana, gözü olmıyan şoför mü, bediî idraki bulunmıyan belediye reisi mi zararlı diye sorsalar ikincisini gösteririm.”(28 Nisan 1939)
Yıkımdan korkup mihrabı yıkanlar
Bir zamanlar tarihî kıymeti çok yüksek yapıları, korkunç bir şuursuzlukla yıkarak oradan asfalt yol geçirmeği maharet sayan bir yaklaşım neredeyse birkaç bediî idraki bulunan kimse dışında herkesi ihata etmişti. Bugün bu şuursuzluğun daha geniş çerçevede kınandığını görüyoruz. Fakat bediî idrakten mahrumiyet bütün tehdidi ve tehlikesiyle giderek çok daha müessir hale gelmekte ve üstelik de tarihî dokuyu koruma iddiasının sahibi zannedilen çevrelerde bu menfi tesirin boyutu daha korkunç hale gelmektedir.
Hacıbayram çevresi “restore” ettirilmekte ve fakat restorasyonun renginin Ogüst mabedinin mütemmimi bir çevre yarattığı ve orada Hacıbayram’ın gecekondu mesabesine indirgendiği gözden kaçmaktadır. Ama Müslümanlar, Hacıbayram’ı dışlayan bu çevre düzenlemesinden hiç de rahatsız olmamakta, dahası önemli bir hizmetin ifa edildiği zehabına kapılmaktadırlar.
Bir zamanlar öyle belediye başkanları vardı ki, esnaflıktan geldiklerinden dolayı yıkılması gereken bina için mahkeme kararı olsa da yıkımı ‘milli servet kaybı’ diye niteleyip görevinin getirdiği sorumluluktan kaçtığı halde iyi bir şey yaptığını zannederdi.
İstiklâl Marşı’nın yazıldığı tarihî değeri milyarlarca dolarla kıyaslanmayacak olan Taceddin Dergâhı yanına zebellah bir bina inşaasına ses çıkarılmamış, hatta mahkeme yıkım kararı vermesine rağmen İslamcı belediye reisi, demin üstâdın bahsettiği bediî idrakten yoksun bulunduğundan buna ses çıkarmamıştı. Bilakis zebellahçılarla anlaşma cihetine gitmiş, “niçin mahkeme kararını uygulamıyorsun” diye sorulduğunda da; “ya beni ilerde kamu malına zarar vermekten yargılarlarsa...” diye özrü kabahatinden büyük lakırdıya sarılmıştı. (Sayın Tiryaki’yi de bu arada kutlamak isterim. En azından İstiklal Marşımızın yazıldığı mekânı kurtarmak için girişimlerde bulundu, İstiklal Marşı Parkı için ilk adımları attı. Tarihî dokunun korunarak şehrin gelişebileceğinin örneklerinden biri Hamamönü örneğidir)
Ama semt başkanlarının zarar ziyanlarını anlatmak için yerimiz yok. İstanbul ve diğer şehirler için de… Hiç olmazsa başkentimizin ortasında hemen bütün belediyecilerin (sadece sayın başkana münhasır değil), bütün idarecilerin kentsel dönüşümden, çevrecilikten, kalkınma ve adaletten yanlış şeyler anladıklarını hatırlatalım diyoruz.
Belki de birisi çıkıp “ben yapan değil yıkan belediye başkanı olacağım” demeli ve kaç akıllımız var, kaç hadnaşinas olmayanımız var, kaç şirk koşmayanımız, kaç emanete hıyanet etmeyenimiz, kaç Allah’tan korkanımız var; biz de öğrenmeliyiz.
Bence bu konu el’an ülkede cereyan eden ve çok önemli farzedilen konuların fevkinde bir öneme sahiptir. Bana göre diğer bütün konular teferruattır. Demokrasi ve insan hakları bile… Zira bu konunun anlaşılmadığı şehir, toplum ve ülkelerde ne adaletten, ne kalkınmadan, ne haktan, ne hukuktan, ne de bilgiden bahsedilebilir.
Bu konunun olmadığı bir toplumda insan hakları ve demokrasi konusu, Mamak Cezaevindeki koğuşlarda uygulanan demokrasiye benzer. Uygulansa ne olur, uygulanmasa ne olur?...
Kentsel dönüşüm yalanına bugüne kadar itiraz eden sağcı solcu çevreci, belediyeci, idareci, siyasetçi, akademisyen gördünüz mü?
Yapan değil yıkan-yıkacak olan belediye başkanını arıyoruz diyen birini duydunuz mu?
Bütün bakanlıkların, devlet ricalinin, Cumhurun başkanının; bütün âlimlerin, akademisyenlerin, çevrecilerin, sivil toplum örgütlerinin, bütün partilerin yani ki bütün alternatif başbakanların milletvekillerinin yaşadıkları veya mutlaka yılda birkaç sefer bulundukları başkentte ŞEHRE KARŞI İŞLENMİŞ SUÇLARIN en tipik örnekleri ortaya konduğu hâlde bir Allahın kulu çıkıp da “bu nedir böyle” diye sormadı.
Şehirlerarası karayolunun tam ortasına dev büfe silsilesi yerleştirildi ve kaç yıldır da bir esnaf ve bir müşteri oraya gitmedi.
Ben şimdi soruyorum çevre bakanımız oradan hiç geçmiyor mu? Geçerken “yahu kardeşim Eskişehir karayolunun ortasındaki bu zebellah yapı da ne? Milli Kütüphanemizin önündeki bu çirkinliğe kim izin verdi. Ya burada bir de hizmete açılsa trafik kazalarının ve katliamların hesabını kim verecek” diye sormuyor mu?
Ulaştırma bakanımız, Bayındırlık bakanımız, Çevre bakanımız, İçişleri bakanımız Armada’nın tam karşısındaki demir kütlenin ne idüğünü hiç merak ettiler mi? Allah’tan o demir yığını mahkeme kararıyla kaldırıldı da yüreğimiz biraz serinledi. Umulur ki yerine inatla daha büyük bir yapı oturtmazlar. Sonra yeşil alan olduğu gün gibi âşikâr olan Konya yolu ile Eskişehir yolunun buluştuğu kavşak etrafındaki arsalara kondurulan o gökdelenlere ne demeli?
Ehlini Arayıp Bulmak Vazifemizdir
Hadi onlar etmedi de, gerçekten belediye başkanlığı sayesinde büyük bir karizma yakalamış sevgili başbakanımız niçin etmez? Niçin ilgilileri çağırıp; “kardeşim anladık metro inşaatından belli bir rant yaratmak istiyorsunuz, ama bu kadarı da fazla. Bu kadar abanılmaz ki!... Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’inde bize beş temel uyarıda bulunuyor; bizim gibi insanlara beş temel formül veriyor.
Bana şirk koşma. Hiçbir başkanı, cemaat liderini, hiçbir beşeri gücü benim yerime koyma!
Haddi aşanlardan olma!Bu şehrin belli bir kapasitesi var, bu ne böyle! Bu kadar TOKİ binası, bu kadar alışveriş merkezi, bu kadar kapitalistleşme nereden çıktı? Altınızdan suyu çekersek size kim su verecek diye uyarmıştık. Gecekonduları yıkıyorum, kentsel dönüşüm yapıyorum diye her tarafı beton binalarla doldurdunuz. Ondan sonra da her havzadan su çekmeyi marifet sayıyorsunuz. Haddi aşıp su toplama havzalarını nasıl talan edersiniz?
Akletmez misiniz?Adetullah ile tabiat kanunlarının birbirinin aynısı olduğunu anlamadınız mı? Bu kadar tabiatı sıkmaya, su döngüsünü kafanıza göre değiştirmeye, yeşil alanları yapılaşmaya açmaya ne hakkınız var? Washington’un nüfusu 20 sene önce de 400 bin, bugün de 400 bin. Dünyadaki örnekleri de mi takip etmiyorsunuz. Eloğlu başkentlerine bir çivi çakmıyor da siz garip fukara Müslümanın nefsini azdırmaya çalışıyorsunuz? Başkentlerinize niçin daha fazla konut, daha fazla sanayi sitesi, daha fazla geçit, daha fazla alışveriş merkezi, daha fazla üniversite, daha fazla devlet binası yapıyorsunuz? Niçin iki kat müsaadesini beş kata çıkaran reisleri hizmet ehli zannediyorsunuz?
Emanete hıyanet etme!Bu ölçüyü hayatın her alanında tatbik etmek gerekirken üstelik de benim adımı kullanıp emanete hıyanet ediyorsunuz?
Emaneti ehline ver!Bak bakalım, hangi işte emaneti ehline verdiniz?
Belediye reisi eğer bediî idrakten yoksunsa, gerçekten de kör şoförün hepimizi otobüse doldurup götürmesi riskinden daha fazla risk ihtiva etmektedir.
Acaba belediye seçimleri metroseksüel belediye başkanlarına mahkûmiyetimizi devam mı ettirecek, yoksa bediî idrak sahibi birkaç belediye başkanı görebilecek miyiz?
Hiç zannetmemekle birlikte, Cenab-ı Hakk’a dua ediyorum; bir şehrimiz hiç olmazsa bediî idrak sahibi bir reise kavuşsa diye...
Çevreye duyarlı şehir anlayışı geliştirebilmek, tarihi dokuyu muhafaza anlayışı ile bir olduğu kadar şehri tıpkı bir canlı organizma gibi kabul etmekten geçer.
Şehir kendi sürdürülebilirliği içinde gelişir. Sokaklar, caddeler, konutlar, ticarethaneler, bağlar, bahçeler, yeni ve modern yapılar… Şehre tahakküm, şehrin tıpkı bir canlı organizmaya aşırı yüklenme gibi metabolizmasını bozacak işlev görmesine sebebiyet verir. Transformasyona uğrayan canlı ne hale gelirse o haller başına gelir… Tuhaf bir yaratık haline dönüşür.
Toplu konut politikaları bir dönem konut açığı olan ülkemiz için birinci derece öncelik arzetmekte idi. Fakat şimdi bizzat toplu konut şehri tehdit eden bir mekanizma olmaya başladı. Öte yandan bedesten ve çarşı Pazar kültürünü yok eden AVM’ler yeni mabedlerimiz olarak şehrin geleneksel yapısını, dokusunu bozacak şirretliğe ulaştı. Şehrin dışına çıkarılması planlanan AVM’lerin bugün artık şehrin en işlek yerlerinde pıtırak gibi inşa edilmesi bir yandan trafik karmaşısını artırdığı gibi şehir ve hemşehri anlayışını dejenere etmektedir. Mabedlerin merkezilikten kenar motifi haline gelmesi sakıncalıdır. Mabedlerin yerini AVM’ler almıştır. Ayrıca parçalı ve şuursuz bir şehir gelişimi – büyümesi söz konusudur.
Oysa eski şehirleri öylece bırakmalı hatta mümkünse sonradan yanlış bir felsefeyle yapılan yapılar yıkılmalı; yerine çevre kentler ve yeni kentler artellerle bağlanacak şekilde inşa edilmelidir.
Eski şehrin rüzgârı yaşatılmalıdır.
Şehrin tarihsel ve çevresel dokusunu bozmadan yeni çevre kentlerde yeşili, çevreyi koruyan ve geliştiren alanlar menfaatine yüksek yapılara böylesi yeni arsalarda imkân verilebilir. Fakat Cevizlidere örneğinde olduğu gibi gecekondu sayısınca apartman dikmek asla kentsel dönüşüm başlığı altında ele alınamaz. Bu kentsel dönüşüm planı değil, olsa olsa kentsel dönüşüm talanı veya yalanıdır.
Çevreye karşı duyarlı şehir mümkün mü?
Belki… Şehir Emini varsa.
HABER
Lütfi Şahsuvaroğlu anlatacak:
"Ziya Gökalp'ten Erol Güngör'e Organik Milliyetçilik"
22 Şubat 2014 Cumartesi
Saat: 14.00
Yer: Türk Ocakları Genel MerkeziHABER
Şahsuvaroğlu Ziya GÖKALP ve Erol GÜNGÖR'ü anlattı
23 Şubat 2014

Türk Ocakları Genel Merkezi Ocakbaşı Sohbetleri’nin konuğu milliyetçi camianın önde gelen fikir ve dava adamlarından Lütfi ŞAHSUVAROĞLU idi.
Program Genel Sekreterimiz Prof. Dr. Mehmet ŞAHİNGÖZ’ün açılış ve takdim konuşması ile başladı.
ŞAHSUVAROĞLU; Milliyetçiliğin kavramsal inşasında şartlara uygun davranılmalıdır. Çatı ve çekirdeğin iyi oluşturulması elimizde bir pusulamızın olması lazımdır. Pusulasız bir yere gitme ihtimalimiz yoktur. Pusula ideoloji, ideolojide “Organik milliyetçiliktir”. Organik Milliyetçilik Oğuz Han’dan günümüze kadar gelmiştir.
Milliyetçiliğimizin 3 tarzı (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Milliyetçilik) içerisinde Milliyetçilik, organik varoluş durumudur. Bunu GÖKALP’te görüyoruz. GÖKALP’in Oğuz nesli budur. Parçalanmaz bir bütün oluşturmak amacımız olmalıdır.
GÖKALP’in hayatını iyi bilmemiz gerekir. O, Diyarbakır’da doğmuş İstanbullu olmuş imparatorluğu anlamış imparatorluğun içerisindeki milliyetçiliği çok iyi idrak etmiştir. Oradan hareketle bir sosyoloji meydana getirmiştir.
Turancılık, çatı teorisinin çekirdek öznesidir. Oğuz Kağandan beri vardır. Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Türklüğün yeniden inşasında sultan II. Abdülhamid’in büyük katkıları vardır.
Osmanlıcılık ve İslamcılık tutmayınca Türklüğe geçilmiştir. Bu Türkçülükte Turancılıktır. Balkan bozgunundan Kafkas bozgununa kadar denenmiştir. Atatürk bunu reel-politikte uygulamıştır. Bu dönemde Durkheimci pozitivizm ile birlikte meydana gelen sapma makul karşılanmalıdır.
İslamcı aydınlar tarafından GÖKALP’e yapılan saldırılar haksızlıktır. İslam içinde büyük fikirler ortaya koyduğunu mektuplarında görüyoruz. Bu bağlamdaİslamcı dahi sayılabilir.
Mehmet Akif ile GÖKALP’i karşı karşıya getirmek ahmaklıktır. İkiside İttihadcı ikiside Teşkilatı Mahsusacıdır.
Erol GÜNGÖR’ÜN yapmış olduğu GÖKALP eleştirileri makul görülmemiş ve milliyetçi camiadan aforoz edilmiştir. Ama gençlik GÜNGÖR’e sahip çıktı onu kabullendi.
GÜNGÖR ile birlikte Weberyen bir sapma yaşadık ve Weberyen bir milliyetçilik meydana geldi. Bu bir sapmadır ve bu sapmanın nedeni Weber’in Marksizm’e karşı üstünlük kurduğu içindir.
GÖKALP’e göre kültür değiştirilemez ama medeniyet değiştirilebilirdir. Mümtaz TURHAN bunu eleştirmek için “Kültür değişmelerini” yazmıştır. Esasen kültür değiştirilebilir ama medeniyet değiştirilemez.
Biz milliyetçilik yapmazsak başkaları da milliyetçilik yapmaz anlayışı son derece yanlıştır. Milliyetçilik yapmamız lazımdır. Bugünün Avrupası milliyetçilikle şekillenmiştir. Alman ırk milliyetçiliği ile Fransız kültür milliyetçiliği birleşerek Avrupa milliyetçiliğine dönüşmüştür.
Organik Milliyetçiliğin kurumsal inşasında yeni bir hat gereklidir buda kültür ve medeniyet ayrışmasının yapılmasıyla mümkündür.
Kültür değiştiremez ama maya değiştirir. Kültür tarımdan ekip biçmekten gelir. Toprağa ne atarsan onu sana geri verir. Buğday ekersen buğday biçersin ama maya değiştirir dokunduğunu kendisine çevirir. İster inek sütü olsun ister koyun sütü olsun ne sütü olursa olsun mayayı kattığınızda o yoğurt olur. Bize maya lazımdır. Bu maya Horasan mayasıdır Anadolu mayasıdır. Mayamızı kullanmalıyızENGLISH BIOGRAPHY
Poet and writer
(b. 1957, Erzincan). He graduated from Ankara University, Faculty of Agriculture, Department of Agricultural Economics (1980). He completed his doctorate in the same department (1989). He worked as General Chairman of the Idealist Guild (1978), as Vice President of the Municipality of Sincan (1984-87), as a consultant at the Ministry of Agriculture Press and Public Relations Organization (1991-96), as Secretary General (1992-94) and General Chairman (1996-97) of the Writers Union of Turkey. He published Genç Arkadaş, Hasret, Nizam-ı Alem and Divan reviews. He was arrested on 12 September 1980 and was in prison for 16 months.
In 1983 he established Genç Sanat Publication House. He was Directorship General of Yeni Düşümce newspaper (1987). He prepared programs for the Turkish Radio and Television Corporation and GAP TV. He administered Tarım ev Köy review. In 2005 he was selected as a board member of the Turkish Radio and Television Corporation. In 1999 he received the National Civilian Strategic Concept Award and the Writers Union of Turkey Thought Award.
WORKS:
Türk Milliyetçiliğinin Tarihi (History of Turkish Nationalism, 1975), Esir Türkler (Captive Turkish, 1977), AT Karşısında Türkiye, Global Statüko ve Türkiye (Turkey Against the EC, the Global Status Quo and Turkey, 1983), Eylül Seneleri (September Years, 1985), Kafes (Cage, novel, 1987), Münzevi Pürtelaş (Reclusive Hurry, 1997), Ortadoğu ve Türkiye, Su Barışı (Middle East and Turkey, the Peace of Water, 1998), Millî Sivil Stratejik Konsept (National Civilian Strategic Concept, 1999), M. Akif Ersoy (M. Akif Ersoy, 2002), Nurettin Topçu (Nurettin Topçu, 2002), Necip Fazıl (Necip Fazıl, 2003), Namık Kemal (Namık Kemal, 2003).

HABER
Ocakbaşı Sohbetleri'nde Ülkücü Edebiyat tartışıldı
25 Ekim 2014
Türk Ocakları Genel Merkezi’nin her hafta düzenlediği Ocakbaşı Sohbetleri’nde bu hafta 12 Eylül Darbesi bağlamında Ülkücü Edebiyat tartışıldı.
Planlanan programa göre oturum başkanlığı yapacak olan Doç. Dr. Mümtaz Sarıçiçek’in rahatsızlığı sebebiyle katılamaması sebebiyle oturum başkanlığını Türk Ocakları Denetim Kurulu üyesi Yrd. Doç. Dr. İbrahim Atabey yaptı. Konuşmacılar ise Lütfü Şehsuvaroğlu ve Veysel Tekelioğlu’ydu.
Atabey yapmış olduğu açış konuşmasında “12 Eylül ve Ülkücü Edebiyat” dosya konulu Türk Yurdu dergisinde yapılan çalışmalardan bahsetti arından programa katılamayan Mümtaz Sarıçiçek’in dergideki tahlillerinden bir bölüm okuyarak üzerine değerlendirmeler yaptı. Ardından diğer konuşmacıları kürsüye davet etti. İlk konuşmayı Veysel Tekelioğlu yaptı.
Tekelioğlu konuşmasına 12 Eylül sürecindeki bazı anılarını anlatarak başladı. Sol, İslamcı ve Ülkücülerin tahlillerini yapan Tekelioğlu ardından dönemin Ülkücü edebiyatına değindi. Daha sonra Ülkücü edebiyattaki roman karakterlerini tahlil eden Tekelioğlu, hem olumlu hem de olumsuz yönlere değindi.
Ardından ikinci konuşmacı olan Lütfü Şehsuvaroğlu sözü aldı.
Şehsuvaroğlu konuşmasına Türk Yurdu dergisinin “12 Eylül ve Ülkücü Hareket” dosyası hakkında değerlendirme yaparak başladı. Dosya hakkındaki olumlu ve olumsuz eleştirilerini sunan Şehsuvaroğlu Ülkücü edebiyatın 12 Eylül’den çok önce meyveler vermeye başladığını ifade etti.
Konuşmasında özellikle roman konusuna değinen Şehsuvaroğlu, Batı romanı ve bu kapsamda Rus edebiyatı üzerine değerlendirmeler yaptı.
12 Eylül dönemi sol edebiyatını da değerlendiren Şehsuvaroğlu, solun bu edebiyatı görsellikle de süslediğini pek çok film ve dizinin yapıldığını ifade etti. Ülkücü edebiyatın da bu gibi faaliyetleri yapması gerektiğini ancak öncelikle edebiyatını çok daha zenginleştirmesi gerektiğini ifade etti. “Haklıya hakkını teslim etmek gerek” diyen Şehsuvaroğlu sol edebiyatın da gelişmişliğe değindi.
Şehsuvaroğlu şiir ve roman ilişkisinden bahsetti ardından kendisine ait “Bana Yaz Dedi Çağatay 12 Eylülü” şiirini okuyarak katılımcıları 12 Eylül sürecinin duygu dünyasına götürdü.
Ülkücü edebiyata katkı yapan isimlerden ve eserlerinden bahseden Şehsuvaroğlu hepsine ayrı ayrı teşekkür etti. Entellektüel birikimini sonuna kadar yansıtan dolu dolu bir konuşma yapan Şehsuvaroğlu edebiyat noktasındaki tavsiyelerini sunarak konuşmasını sonlandırdı.
Oturum başkanı Atabey’in değerlendirmesinin ardından soru – cevap bölümüne geçildi. Soru cevap bölümünde de edebiyat ve popüler kültür hakkında değerlendirmeler yapıldı. Ülkücü hareketin edebiyat ve sanat noktasında yapabileceği şeyler hakkında fikirler ortaya koyuldu. Bu bölümde de Şehsuvaroğlu’nun popüler kültürü eleştiren konuşmaları büyük beğeni aldı.YORUM
Kente karşı işlenmiş suçlar
Lütfü Şehsuvaroğlu
Vahdet 4 Nisan 2015
Kente karşı işlenmiş suçları tespit edeyim dedim. Koca bir kitap yayınlamak gerek…
Her taraf suç unsurlarıyla dolu…
Kapılar…
Saat kuleleri…
Şehirlerarası kara yoluna park etmiş Gökkuşağı alışveriş merkezi…
Armada’nın karşısındaki Metro’dan kaçak demir külçe… Şükür o külçeden kurtulduk ama yerine yeni bir suç unsuru inşa ediliyor…
Hacı Bayram çevre düzenlemesi…
Anteras, Panora, Ankamall, acity, Nextlevel ve daha birçok gâvur isimli AVM’ler…
Sadece bir partiye mensup belediye reislerinin yaptıkları değil, diğer partilere mensup olanları da aynı müteahhit ve vurgun çaprazında perişanlar…
İşte CHP’li Yenimahalle ve Çankaya belediyeleri…
Büyükşehirden geri kalır yanları var mı, şehir estetiğine düşmanlıkta?...
Yenimahalle Belediyesi’nin övündüğü proje: Şu mezarlığa doğru giderken tarım arazilerini nasıl mahvettiği ortada olan proje..
Cevizlidere felâketi bir başka kente karşı işlenmiş suç…
ADLİYE BİNALARI NİYE DEVASA?
Şehirler güya metropol oluyor ya, adliye binaları da devasa olacak illa…
Neden? Ne lüzumu var?
İşte gördük, büyük olanın güvenlik sorunu ne yaparsan yap asla çözülemez.
Dev gibi yapılar, ne adalet sağlayabilir, ne adalet dağıtacakların güvenliğini?...
BÜYÜME Mİ İRİLEŞME Mİ?
İNSANIMIZ büyüme ile irileşme arasındaki farkı unutmuş gibi…
Büyüklük başka bir şey, irilik başka oysa…
Ankara’nın nüfusunu artırma çabası kadar yanlış bir şehircilik anlayışı olamaz.
ABD başkenti Washington acaba yirmi yıldır hiç irileşmiyor, hakta hiç büyümüyor. Ama Amerikalılar bu durumdan rahatsız mı? İnsan başkentini niye büyütsün ki?
Küçük olunca bir başkent, daha büyük olamaz mı?
Küçük güzeldir…
Tabii bu dediğimden böyyükşehir idarecileri hiçbir şey anlamadılar…
BAŞBAKAN DAVUTOĞLU’NA AÇIK MEKTUP
SAYIN Başbakana arzuhalimdir.
Gerçekten restorasyon hükümeti olmak ve tarihe imza atmak istiyorsanız, diyelim ki üstündeki vesayetten kurtulmak zordur, zaten bizim de öyle bir talebimiz yoktur, Sayın Cumhurbaşkanıyla tamam uyumlu çalışsın ama hiç olmazsa, şu belediye reislerine hükmünüz geçsin. Emretmiştiniz de yapmıştı ya; bir kez daha emredin yapsın.
AOÇ arazisi üzerine yaptığı iptidai çadırları yıktırın. Muhtemelen Sayın Cumhurbaşkanımızın Aksaray penceresinden o çirkin manzaraları görme imkânı olmadı, olsa eminim yıktırırdı. Siz yıktırın. Tema parkı diye Mevlana türbesinin karikatürüne de izin vermeyin.
Saat kulelerini toplatın. Olur olmaz yere niçin saat kulesi diktiğini de bir sorun. Hani bir yarışma sonucu sanat yapıları olsa ne? Bunlar tamamen fabrikasyon… Abdülhamid Han bazı şehir meydanlarına saat kulesi dikti ama o zaman hem şehir meydanı anlayışını getirmek, modernleşme için bir adım atmak, bu arada da yaptırdığı hükümet konaklarıyla özellikle taşraya çürümekte olan bir yapının devlet mehabetini hatırlatmak istemiş, hem de zillete duçar olan millete vakit kavramını sıklıkla hatırlatmak istemişti. Ama bugün dar bir yolun kenarına, küçük büyük her kavşağa saat kulesi dikmenin ne lüzumu var? Yoksa Abdülhamitçilik de mi karikatürize edildi?
Şehirlerarası yolun ortasına dikilen Gökkuşağı adlı hatalı park yapan koca aracı yani sözde alışveriş merkezini de yıktırın.
Geriye hani şu bahse konu parseller, yeşil alanların gaspı ve pıtrak gibi yükselen towerslar,plazalar, avm’ler kalıyor ki, en azından isimlerinin neden hep gavurca olduğunu sorabilirsiniz…
Turgut Cansever hocanın ruhunu biraz rahatlatmak istiyorsanız, onun hoşlanacağı bir şey yapınız.
İslâm şehir mimarisinin ırzına geçenleri affetmeyiniz…
Eğer bilgisiz iseler, bir şehir sempozyumu tertip edelim… Şehir estetiği konusunda şehreminileri uyaralım, yok eğer bilerek yapıyorlarsa gereğini bir devlet adamı olarak hele hele bu işleri bilen bir hoca olarak yerine getirmek memuriyetindesiniz.
Selam ve saygılarımla…
Kitapçı
Bu minval üzre isminden bahsedeceğimiz kitap Turgut Cansever hocanın Kubbeyi Yere Koymamak adlı kitabı elbette.
Bu kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki, son yıllarda İstanbul ve Ankara gibi şehirlerimizde rant uğruna İslam şehir mimarisinin nasıl yerle bir edildiğine dair ciddî uyarılar yapmış hoca. Fakat dinleyen kim? Dinleyen ve anlayan…
Rubai
Var mı bilen mânâsını mahalle denen şeyin
Komşu nedir, dost kim, biriniz olsa da söyleyin
Cumbalı evler, merhaba diyen sokak mazide
Şimdi apartmanlarla hepiniz gönül eyleyinGÖRÜŞ
Üç Tarz-ı Siyaset Arayışından Bugünkü Paçozluğa
Lütfü Şehsuvaroğlu
Vahdet 11 Nisan 2015
Ya­rın (bu­gün) Türk Ocak­la­rı Ge­nel Mer­ke­zin­de sa­at 14’de Yu­suf Ak­çu­ra­’yı ve Üç Tarz-ı Si­ya­se­ti­’ni an­la­ta­ca­ğım.
Yu­suf Ak­çu­ra as­lın­da bu üç si­ya­set tar­zı
mef­hu­mu­nu Hü­se­yin­za­de Ali’­den al­dı.
Azer­bay­can­lı fi­kir ada­mı Zi­ya Gö­kal­p’­e de il­ham kay­na­ğı ol­muş­tu.
Tür­ki­ye­’de­ki Na­mık Ke­ma­l’­den baş­la­yan ba­tı tar­zı fi­kir ge­liş­tir­me yön­te­mi Zi­ya Gö­kalp gi­bi da­hi­de zir­ve­si­ni yap­tı ama bü­tün Türk ve İs­lam âle­min­de ben­ze­ri ter­kip ya­hut sen­tez ara­yış­la­rı yok de­ğil­di. Meh­met Âki­f’­in pek be­ğen­di­ği Ab­duh ile Af­ga­ni de ben­zer eği­lim­ler için­dey­di­ler. Ab­dür­re­şit İb­ra­him baş­ta ol­mak üze­re Mu­sa Ca­ruly­lah, Ma­can Cu­ma­bay, İs­ma­il Gas­pı­ra­lı, Hü­se­yin­za­de Ali ve da­ha bir­çok Türk dün­ya­sın­dan ay­dın da ayak­ta kal­ma stra­te­ji­le­ri için ba­tı me­de­ni­ye­ti ile mü­na­se­bet ko­nu­sun­da ba­zen pek çe­liş­ki­li ba­zen pek ya­ra­tı­cı fi­kir­ler ser­de­di­yor­lar­dı.
Bu­ra­da­ki mih­ver kül­tür ve me­de­ni­yet kav­ram­la­rı et­ra­fın­da şe­kil­le­nen mil­li ve/ya­hut bey­nel­mi­lel olup ol(a)ma­ma du­ru­mu idi.
Kül­tür ve me­de­ni­ye­ti an­la­dık mı?
Zi­ya Gö­kalp Üç Tar­zı Si­ya­se­t’­in Yu­suf Ak­çu­ra­’dan(da­ha doğ­ru­su Hü­se­yin­za­de­’den) dev­ral­dı­ğı bo­yu­tu­nu ye­ni Cum­hu­ri­ye­tin teo­ris­ye­ni ola­rak kül­tür-me­de­ni­yet ay­rış­ma­sı üze­ri­ne bi­na edi­yor­du. Do­la­yı­sıy­la Os­man­lı­’yı or­ta­dan kal­dı­ran Şark me­se­le­si pro­je­si­nin Ça­nak­ka­le dra­mı ve o bü­yük ci­ha­dı, bü­tün Os­man­lı son­ra­sı Cum­hu­ri­yet nes­lin­de “tek di­şi kal­mış me­de­ni­yet, kah­pe me­de­ni­ye­t”, “Me­de­ni­yet de­ni­len kah­pe ha­ki­kat yüz­sü­z” ka­na­ati mil­li sa­ir­den baş­lı­ya­rak bü­tün Türk mil­le­ti­nin or­tak vic­da­nı ha­li­ne gel­miş­ken; na­sıl olur­du da bü­yük ci­ha­dı ger­çek­leş­tir­di­ği, kur­tu­luş sa­va­şı ver­di­ği o kah­pe­ye kar­şı son­ra­dan âşık ola­bi­lir ve bu aş­kıy­la ne ka­dar mu­kad­de­si var­sa ze­lil eder­di? El­bet­te ki an­cak me­de­ni­ye­ti tek­no­lo­ji, nötr kuv­vet­ler, bey­nel­mi­lel ma­ha­ret­ler ola­rak ifa­de­len­dir­mek za­ru­re­ti var­dı.
Me­de­ni­ye­tin ay­nı za­man­da bir “üst kül­tü­r”,
bir “ya­şam şek­li­”, bir “de­ğer­ler man­zu­me­si­” ol­du­ğu as­la Cum­hu­ri­ye­tin ilk yıl­la­rın­da di­le ge­ti­ril­me­di, iti­raf edil­me­di.
Me­de­ni­yet, oto­mo­bil­di, trak­tör­dü, ti­ren­di, üre­tim tek­no­lo­ji­le­ri, ula­şım va­sı­ta­la­rı, si­lah­lar, uçak­lar vb. adet-ede­vat, bil­gi ve­ya bi­lim ola­bi­lir­di. Me­de­ni­yet kim­se­nin te­ke­lin­de de­ğil­di. Çağ­daş uy­gar­lık dü­ze­yi idi. Me­de­ni­yet ül­ke­den ül­ke­ye ge­çer ve her­kes on­dan fay­da­la­nır­dı. Kal­kın­mak, iler­le­mek, ile­ri ül­ke­ler­le ba­şet­mek için me­de­ni­ye­ti ol­mak ge­rek­ti. Ama güm­rük­ler­den onu so­kar­ken mil­li kül­tür süz­ge­cin­den ge­çi­re­cek­tik. İs­te­di­ği­mi­zi ala­bi­lir, is­te­me­di­ği­mi­zi al­maz­dık. Bu ta­ma­men bi­zim ira­de­mi­ze bağ­lıy­dı. Har­sı­mı­zı, mil­lî kül­tü­rü­mü­zü mu­ha­fa­za ede­bi­lir, kim­li­ği­miz­den as­la ta­viz ver­me­den bi­zi me­de­ni­yet se­vi­ye­si­ne ulaş­tı­ra­cak her tür­lü ih­ti­ya­cı­mı­zı te­da­rik ede­bi­lir­dik. Me­de­ni­ye­ti ilim di­ye an­la­ma çer­çe­ve­si za­ten di­nî ar­gü­ma­na da da­yan­dı­rı­la­bi­lir­di. Öy­le ya Hz. Mu­ham­med “İ­lim Çi­n’­de ol­sa alı­nı­z” bu­yur­mu­yor muy­du? Me­de­ni­yet se­vi­ye­si­nin kül­tü­rel ve üs­tün­lük an­la­mı­na gel­me­di­ği açık­tı. Kül­tü­rü­mü­ze toz kon­dur­maz­dık.
Türk ve Müs­lü­man ola­rak ta­rih­ten bi­ze ka­lan mad­di-ma­ne­vi tüm mi­ra­sa sa­hip­tik ve on­lar bi­zim üs­tün de­ğer­le­ri­miz­di. Me­de­ni­ye­tin bi­zi yen­di­ği or­ta­da idi, o hal­de biz de bi­zi ye­nen­le­rin me­de­ni­ye­ti­ne sa­hip ola­cak­tık o ka­dar... Me­de­ni­yet se­vi­ye­si ve kül­tü­rel mi­ras açı­sın­dan bo­ca­la­dı­ğı­mı­zı he­men his­set­me­dik. Me­de­ni­yet­le­rin hep va­rol­duk­la­rı­nı, ma­ne­vi mü­es­se­se­le­ri­nin mad­dî mü­es­se­se­le­rin­den da­ha çok ol­du­ğu­nu da... Me­de­ni­yet se­vi­ye­si ve kül­tü­rel mi­ras kar­şı­laş­tı­rı­la­cak­sa eğer o da M. Ke­ma­l’­in “mil­lî kül­tü­rü­mü­zü mua­sır me­de­ni­yet se­vi­ye­si­nin üs­tü­ne çı­ka­ra­ca­ğı­z” id­di­ası­na da­ya­nan bir ken­di­ne gü­ven psi­ko­lo­ji­si için­de bu­nun ger­çek­leş­ti­ril­me­sin­den baş­ka ne ola­bi­lir­di ki?...
Şim­di­ki Ke­ma­liz­m’­in bu nü­an­sı bi­le ko­ya­ma­dı­ğı or­ta­da... Ata­türk ve Gö­kalp mil­lî kül­tü­rü­mü­zü el­bet­te ki me­de­ni­yet mu­ka­ye­se­sin­de ön­de tu­tu­yor­lar­dı.
Me­de­ni­yet bir zo­run­lu­luk­tu ve kül­tür vaz­ge­çil­mez­di, me­de­ni­yet dış­sal şart­la­rın bi­ze gös­ter­di­ği bir va­rol­ma apa­ra­tı idi kül­tür ise as­la terk ede­me­ye­ce­ği­miz iç­sel du­yar­lı­lı­ğı­mız, var­lı­ğı­mız, kim­li­ği­miz...
Bi­zim için 20 yy. bu di­lem­ma­nın ya­şan­dı­ğı
bir yüz­yıl­dı. Mil­li kül­tü­rü­müz ve mua­sır me­de­ni­yet se­vi­ye­si...
Bi­zim de 20.yüz­yı­lı­mız, 19.yy’­dan bü­tün dün­ya­da ol­du­ğu gi­bi ya­rım kal­mış me­se­le­le­rin dev­ra­lın­dı­ğı bir dö­nüm, dö­ne­meç ve ba­zen kı­sa, ba­zen uzun bir de­vir­dir.
Üç Tarz-ı Si­ya­set bir tür­lü ev­ren­sel-ci­han­şü­mul bir dü­şün­me tar­zı­na bir fel­se­fe­ye ulaş­tı­rıl­ma­mış; dev­let-i ali­’yi kur­tar­ma gay­re­ti­nin ifa­de şek­li
ola­gel­miş­ler­dir.
Bu üç dü­şün­ce-si­ya­set tar­zı­nın ya­tay düz­lem­de li­be­ra­lizm, mu­ha­fa­za­kâr­lık ve sos­ya­lizm gi­bi da­ha yay­gın ve da­ha ev­ren­sel ben­zeş­me­le­ri tea­ti edi­lip zen­gin­leş­ti­ri­lip vur­gu­la­na­bi­le­cek­ken di­key düz­lem­de­ki ay­rım­lar te­ba­rüz et­ti­ril­miş; ba­riz sı­kın­tı­lar da in­san­dan çok dev­le­te yö­ne­lik ol­du­ğun­dan dev­le­ti ko­ru­ma ve kol­la­ma aş­kı­na fi­kir­le­rin kul­la­nıl­ma­sı ge­le­ne­ği yer­leş­miş­tir.
Fi­kir­le­ri­miz dev­le­te ko­ru­ma ve kol­la­ma alış­kan­lı­ğın­dan kur­tul­du­ğu ve ci­han­şü­mûl ol­du­ğu za­man ger­çek “kı­zı­lel­ma­” ufuk­ta be­li­re­cek­tir.
Ayak­ta kal­ma stra­te­ji­si
Me­de­ni­ye­tin kül­tür­den ay­rı­la­ma­ya­ca­ğı­nı, kül­tür ve me­de­ni­yet ay­rı­mı­nın ge­liş­me­si dur­du­rul­muş top­lum­lar için ken­di ken­di­ni kan­dır­mak­tan baş­ka bir işe ya­ra­ma­dı­ğı­nı geç an­la­dık. Hâ­lâ da an­la­ma­yan­la­rın ka­hır ek­se­ri­yet­te ol­ma­la­rı ve da­ha çok
bü­rok­ra­tik ya­pı­yı iş­gal et­me­le­ri ya­şa­nan id­rak ge­cik­me­si­nin da­ha san­cı­lı ol­ma­sı­nı sağ­la­mak­ta­dır.
Zi­ya Gö­kal­p’­in “a­yak­ta kal­ma stra­te­ji­si­” ola­rak ge­liş­tir­di­ği kül­tür-me­de­ni­yet ay­rı­mı ya­pa­rak zım­nen ba­tı me­de­ni­ye­ti­nin üs­tün­lü­ğü­nü ve ona tes­li­mi­ye­ti ifa­de et­mek­te­dir ama bir kar­şı du­ruş da ih­ti­va et­mek­te­dir. Bu stra­te­ji, Ba­tı­’ya “sen güç­lü­sün ve ben
bu­nu tes­lim edi­yo­rum fa­kat ha­yat gö­rü­şüm,
fel­se­fem, inanç­la­rım, de­ğer­le­rim sen­den üs­tün­dür ve ben bu kim­li­ği­mi, fark­lı­lı­ğı­mı mu­ha­fa­za
ede­ce­ği­m” de­mek­te­dir.
Ye­ni Cum­hu­ri­ye­tin yük­sel­di­ği ulus-dev­let çiz­gi­si ve kül­tür-me­de­ni­yet fark­lı­laş­ma­sı­na da­ya­nan kon­sep­ti Ba­tı­’nın za­ten Os­man­lı­’nın çö­kü­şüy­le tat­min olan yü­zü­nün bu yor­gun ve mağ­lup ama hâ­lâ mağ­rur olan im­pa­ra­tor­luk ba­ki­ye­si ya da ka­zın­tı­sı in­san­la­ra hoş gel­me­si­ne yol aç­tı ve bu­nun so­nu­cu ola­rak da es­ki düş­man­lar da­ha zi­ya­de­siy­le dost­luk gös­te­ri­le­rin­de bu­lun­du­lar ve dost-müt­te­fik söy­lem­le­ri ge­liş­tir­di­ler. Ama M. Ke­mal, At­ti­la İl­ha­n’­ın da ıs­rar­la vur­gu­la­dı­ğı gi­bi hiç­bir za­man em­per­ya­list Ba­tı­’ya bu­gün­kü­ler gi­bi tam tes­li­mi­yet içi­ne gir­me­di hiç ol­maz­sa söy­lem ola­rak bu­na as­la te­ves­sül et­me­di.
O’­nun ağ­zın­dan as­la bu­gün­kü ke­ma­list­ler gi­bi % 100 Ba­tı me­de­ni­ye­ti­ne il­ti­hak he­ves­kâr­lı­ğı­nı te­ren­nüm eden bir ve­ci­ze çık­ma­dı.
Cum­hu­ri­yet fil­min­de­ki M. Ke­mal o yüz­den mil­let ta­ra­fın­dan be­ğe­nil­me­di ve mil­let bu Ata­tür­k’­e hiç ben­ze­me­yen ti­yat­ro­cu­nun mil­le­tin­den ta­ma­men ko­puk ta­vır­la­rı­nı Ata­tür­k’­e ya­kış­tır­ma­dı. Ata­türk hiç “Var­lı­ğı­nın ve mev­cu­di­ye­ti­nin ye­gâ­ne te­me­li bu­du­r” der miy­di? “Mev­cu­di­ye­ti­nin ve is­tik­ba­li­nin ye­gâ­ne te­me­li bu­du­r” sö­zü na­sıl olur­du da var­lı­ğı­nın ve mev­cu­di­ye­ti­nin di­ye ay­nı an­lam­da iki ke­li­me­nin peş pe­şe sı­ra­lan­dı­ğı bir her­ze­ye dö­nü­şür­dü. Ko­nu­muz ta­bi­i ki Cum­hu­ri­yet fil­mi de­ğil fa­kat yüz­yı­lın son yı­lın­da ya­pa­bil­di­ği­miz ve övünç­le ek­ran­la­ra ta­şı­dı­ğı­mız ye­gâ­ne ya­kın ta­ri­hi de­ğer­len­di­ren ya­pım o... Hâ­lâ Ata­tür­k’­ü, dö­ne­mi­ni, dü­şün­ce akım­la­rı­nı an­la­ya­bil­miş de­ği­liz.
Her iki­si de ken­di pi­ya­sa­la­rı­nı ko­tar­ma­ya ça­lı­şan ya­pım­cı­la­rın ma­ri­fe­ti­… Yük­sek fi­kir ve kop­ya ol­ma­yan bir dram ne ya­zık ki iki­sin­de de yok­tu.
Film­le­ri­miz böy­le de fi­kir adam­la­rı­mız ne mer­kez­de?
100 yıl ön­ce­si­nin fi­kir akım­la­rı bi­le bu­gün­kü­ler­den da­ha se­vi­ye­li ve hiç ol­maz­sa ken­di inanç­la­rı çer­çe­ve­sin­de sa­mi­mi idi­ler. Ne ya­zık ki bu­na rağ­men bu top­rak­la­rın hem bu­gün­kü, hem o za­man­ki fi­kir­le­ri ne ya­zık ki ev­ren­se­le ka­nat çır­pa­ma­mış ye­rel ara­yış­lar ola­rak kal­mış­tır.
20. yüz­yıl ta­ri­hi­miz kor­ku ve ve­him­le­ri­mi­zin ta­ri­hi­dir.
Yir­min­ci yüz­yı­lı an­la­mak te­mel al­dı­ğı­mız ba­kış açı­sı­na gö­re de­ği­şik baş­lık­lar­la bü­tün­cül bir çer­çe­ve­ye ve ona bağ­lı ola­rak bir ta­ri­he sı­kış­tı­rı­la­bi­lir.
20. yy. Ba­tı­’nın 19. yy’­da ge­liş­tir­di­ği “şark me­se­le­si­”nin ne­ti­ce al­dı­ğı bir yüz­yıl­dır. Böy­le­ce Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu­nun da­ğıl­ma­sı ile baş­la­yan bu yüz­yıl, 21. yy eşi­ğin­de böl­ge­sel bir ira­de ha­li­ne gel­di­ği Clin­ton ta­ra­fın­dan da “o­na­y”­la­nan dö­ne­meç­te bek­le­nen de­ği­şi­me uğ­ra­ya­cak­tır. Do­la­yı­sıy­la 20. yy. glo­bal çer­çe­ve­de 1850’ler­den son­ra pi­şi­ril­miş kriz­ler­le 1. Dün­ya Sa­va­şı­’na ka­dar uza­nan bir uzun ha­zır­lık dö­ne­mi­ne sa­hip­tir; ye­rel çer­çe­ve­de de Os­man­lı­’dan Cum­hu­ri­ye­t’­e ka­dar uza­nan ma­ce­ra­dır bu baş­lan­gıç dö­ne­mi...
Bu yak­la­şım 20. yy.’ın çok uzun bir yy. ol­du­ğu­nu be­nim­se­mek­te­dir. 2000’li yıl­la­rın baş­la­rın­da da de­vam ede­ce­ğe ben­ze­mek­te­dir.
Baş­ka bir yak­la­şım ise 20. yy.’ın çok kı­sa ol­du­ğu ile­ri sür­mek­te­dir. II. Dün­ya Sa­va­-
şı­’nın bi­ti­min­den 1945’den baş­la­mak­ta ve Ber­lin Du­va­rı­’nın yı­kıl­ma­sı ile de ni­ha­ye­te er­mek­te­dir. Bir an­lam­da so­ğuk sa­va­şa, Bir­leş­miş Mil­let­le­r’­e, iki ku­tup­lu Dün­ya­’ya; Blok­laş­ma­la­ra, bö­lün­me­le­re, bir­leş­me­le­re da­yan­mak­ta­dır.
Di­ğer bir ba­kış açı­sı ise uzay ça­ğı­dır, uç­mak ve aya ayak bas­mak ça­ğı­dır. İlk uçu­şun ya­pıl­dı­ğı 1903’den baş­lar ve­ya ha­ber­leş­me ça­ğı­dır. 1901’de­ki Mar­co­ni­’nin mors al­fa­be­si­ne da­ya­nır; Si­ne­ma­’dır, TV’­dir, Bil­gi­sa­ya­r’­dır, İn­ter­ne­t’­tir. Eins­te­in ça­ğı­dır; me2’dir; Hi­ro­şi­ma­’dır, de­ni­zal­tı­dır.
İde­olo­ji­ler ça­ğı­nın zir­ve­ye eriş­ti­ril­di­ği ve bu­nun da so­nu­nun ha­zır­lan­dı­ğı bir yüz­yıl ay­nı za­man­da 20. yy. İş­te İs­lam âle­mi­nin hal-i pür me­la­li­… Bü­tün asır­la­rın­dan da­ha zil­let içe­ri­sin­de­…
He­le ka­pi­ta­lizm hül­ya­sın­da kim­li­ği­ni sa­de­ce saç­ma bir eti­ket ola­rak al­nı­na ya­pış­tır­mış
Müs­lü­man­lar pa­çoz­lu­ğun her tür­lü­sü­nü de­ne­me is­ti­da­dın­da­lar. Bir de me­de­ni­yet ta­sav­vu­run­dan vaz­ge­çip yap­tık­la­rı ko­mik ro­bot­la­ra say­gı di­len­mi­yor­lar mı? Bu tam bir put­pe­rest­lik­ti­r…
Ya­hu in­san bi­raz ki­tap oku­r…



HABER
ÜLKÜCÜLERİN YENİ SİNEMA FİLMİ KAFES GELİYOR!
4 Eylül 2015
12 Eylül darbesini Ülkücülerin gözünden ekrana taşıyacak sinema filmi "Kafes" 2 Ekim'de vizyona girecek.
Gölbaşı ilçesinde çekilen filmin yapımcılığını Bülent Aydoğan, yönetmenliğini ise Mahmut Kaptan yapıyor. Başrollerde ise İsmail Hacıoğlu, Şefik Onat ve Nilay Duru oynuyor.
ÇE­KİM­LE­Rİ Ga­zi Üni­ver­si­te­si, An­ka­ra­’nın ta­ri­hi me­kâ­nı Ha­ma­mö­nü ve Ha­ma­mar­ka­sı, Ulu­can­lar ce­za­evin­de ger­çek­leş­ti­ri­len Ka­fes fil­mi ya­kın­da viz­yon­da ola­cak. Fil­min hi­ka­ye ve se­nar­yo ya­zar­lı­ğı­nı Lüt­fü Şeh­su­va­roğ­lu­’nun yap­tı­ğı, Se­nar­yo eki­bin­de L.Ş. ile bir­lik­te Bek­taş To­pa­loğ­lu ve Bil­ge­han Ka­ra­ca­’nın da gö­rev al­dı­ğı fil­min yö­net­men­li­ği­ni Mah­mut Kap­tan üst­len­di. Film­de oyun­cu­lar, İs­ma­il Ha­cı­oğ­lu, Ni­lay Du­ru, Şe­fik Ona­toğ­lu, Mel­da Arat, Fı­rat Şa­hin, Er­dal Cin­do­ruk, Tol­ga Yü­ce, İb­ra­him Et­hem As­lan, Jan­berk Nak, Cem­sul­tan Ka­ra­bu­lut ve Tur­gay Ata­lay rol al­dı. Ka­fes fil­mi ya­pım­cı­lı­ğı­nı ise Ya­se­min Nak ile Bü­lent Ay­do­ğan yap­tı.
Filmin yapımcısı Bülent Aydoğan, yaptığı açıklamada, keyifli bir film çektiklerini belirterek, "Joy PR yapım, bir ilke daha imza atıyor. Bir dönem filmi çekiyoruz. 12 Eylül darbesine, Ülkücülerin gözünden bakan ilk film olacak. Hikayeler, tamamen gerçek. Ama karakterler hayali karakterlerdir" şeklinde konuştu.

Yönetmen Mahmut Kaptan da filmin 80'li yılları ve ihtilal hikâyesini anlatacağını belirterek, "Ama 1972 yıllarından filme başlıyoruz. Büyük bir kesimin yaşadığı ve hala geçmeyen acılarını, bir nebze de olsa dindirmek için bu filmi çekiyoruz. 12 Eylül'e kırk yıldır, sağcıların tarafından bakılmadı. Biz ilk defa bu pencereden bakıyoruz. Çok heyecanlıyız ve inşallah izleyicilerimiz de yaptığımız işten mutlu olur" ifadesini kullandı.
Oyuncu İsmail Hacıoğlu da heyecanlı olduğunun altını çizerek, "Mehmet isimli bir karakteri canlandırıyorum. Sert bir iş olacak. Gerçek hikâyelerden yola çıkarak çekilen bir film olacak" dedi.

FİLM NE­Yİ AN­LA­TI­YOR?

Film, Lüt­fü Şeh­su­va­roğ­lu­’nun Ka­fes isim­li ese­rin­den yo­la çı­kı­la­rak ya­pıl­dı. 12 Ey­lül 1980 dar­be­si ilk de­fa fark­lı bir pers­pek­tif­ten ele alı­nı­yor. Dur­sun Ön­ku­zu'nun şe­hit edil­me­sin­den Mus­ta­fa Peh­li­va­noğ­lu­’nun ida­mı­na ka­dar ge­çen sek­sen ön­ce­si ku­şa­ğın sa­ğıy­la so­luy­la dra­mı ele alı­nı­yor. Ka­fes genç­li­ğe re­va gö­rü­len iş­ken­ce­le­ri ve dar­be­nin ar­ka­sın­da­ki­le­ri fark­lı bir üs­lup ve si­ne­ma di­liy­le an­la­tır­ken ay­nı za­man­da Elif ile Meh­met Si­pa­hi’nin de­rin aş­kı­nı iş­li­yor. Bu aş­kın da kay­na­ğı her iki­si­nin Ni­ya­zi Mıs­ri şi­iri­ne olan tut­ku­su. Film­de oku­nan tür­kü­le­rin de şai­ri ve bes­te­kâ­rı Lüt­fü Şeh­su­va­roğ­lu­…

Bu bilgi faydalı oldu mu ?

 

Lütfü Şehsuvaroğlu Özgeçmişi

Lütfü Şehsuvaroğlu Hayatı

Sizde Lütfü Şehsuvaroğlu ile ilgili bildiklerinizi paylaşır mısınız ?

Lütfü Şehsuvaroğlu biyografisi 122 defa okunmuştur. [2635]